Vestfalya Antlaşması öncesi Avrupa’yı hatırlayalım. Ulus altı kültürlerin biçimlendirdiği nüfus farklı alt kimliklere bölünmüş, bu alt kimlikler etrafında dayanışmalar ise politik olarak coğrafyaya prenslikler, kontluklar, derebeylikler ve kilise babaları vs. olarak yansımıştı. 1600’lü yıllarda, Britanya adası, Almanya, Fransa ve İtalya feodal prenslik kümeleri ile bölünmüş birer kaos coğrafyası idi. Avrupa 1618-1648 yılları arasında alt kimliklerin ayrıştırıcı dayanışmalarının ürettiği çatışmalarla Otuz Yıl Savaşları’nı yaşadı.
Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’nın ardından imzalanan 1648 Vestfalya Antlaşması’nın merkez kavramı “dayanışma bağlamı değişimi” oldu. Avrupa’da Vestfalya süreci olarak tanımlanan sosyolojik akış, bu anlaşmanın getirdiği “dayanışma bağlamı değişimi”nin bir yansımasıydı.
Vestfalya Antlaşması, ulus altı kimliklerle parçalanmış Avrupa’yı ulus bağını merkezileştirerek nötralize etti ve yeni bir üst kimliğe kavuşturdu. Bu değişimin yol açtığı sosyolojik süreç, Avrupa toplumlarındaki sosyolojik mimariyi bütünleşme doğrultusunda yapılandırdı.
Henry Kissinger Dünya Düzeni isimli kitabında, günümüz dünya düzeninin temelinde Vestfalya Antlaşması ile başlayan sürecin yattığını belirtir. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin bu anlaşma ile başlayan yeni süreci, Avrupa dayanışmasını ulus bağlamında parçalı tuttuğu için, olumlu karşıladığını ima eder. Ancak Avrupa’daki bu “dayanışma bağlamı değişimi” zaman içinde Batı’nın Osmanlı’ya karşı izlediği sosyolojik bir stratejinin ana fikri olmuştur.
Osmanlı bünyesindeki toplumlar bağımsızlığa ve ulus devlet yolunda kışkırtıldığı zaman, ortaya çıkan kültür-nüfus ayrışması ve coğrafya ayrışmalarını da beraberinde getirdi. Bu strateji, tarihi süreç içinde ve halen yaşadığımız iç tutarlılık sorunlarını beslemeye devam ediyor.
Bu strateji ne Osmanlı döneminde ve ne de halen tam olarak teşhis edilmiş, kavramsal bir karşılık ile tanımlanmış değildir. Bu tanımsızlık, ulus devlet ideolojisinin düşman kardeşler haline getirdiği Türk, Kürt ve Arapları, adeta İslam bölgesinin “30 Yıl Savaşları”nı yaşayan bir kimlik çatışmasına sürükledi. Bu kimliklerin ortak paydasına yöneltilen strateji, kutuplaşmayı İslam-Batı ekseninden, Türk-Kürt-Arap kutuplaşmasına taşıdı. Böylece İslam’ın üç merkez kimliğinin, stratejinin nesnesi haline gelmiş olmasına şahit oluyoruz.
İslam dünyasında yaşanan süreçleri, İslam sosyolojisinden etnik sosyolojiye geçiş ve bunun doğurduğu dayanışma bağlamı değişimlerinden bağımsız olarak anlamlandırmak mümkün değildir. PKK, Vestfalya mantığının beslediği bir ideoloji ile doktrine edilmiştir. Sosyolojik olarak Kürt kimliği ile özdeşleştirilen ve terörize edilmesi ile Türkiye’nin kaçınılmaz savunma refleksini bir Türk-Kürt çatışması olarak resmeden ve arkasından da hamilik rolüne giren bir strateji söz konusudur.
İdeolojik bir zombileşme ile ABD emperyalizminin kara gücüne dönüştürülen PKK, öncelikle Müslüman Kürtlere, ardından da bölgeye musallat edilerek, İslam’ı sırtından hançerleyen bir role kavuşturuldu. Bu rol, İslam’ı ve İslam dünyasının geleceğini can damarından vuracak, İslam dayanışmasına ölümcül bir darbe indirecek ve İsrail’in Arz-ı Mevut projesine alan açacak bir Türk-Kürt kopuşunu inşa etmek… İslam’ın merkez ülkesinin iki ana kimliği olan Müslüman Türklerle, Müslüman Kürtleri etnik sosyoloji zemininde ayrıştırma ve çatıştırma stratejisi izleyen ABD ve müttefikleri, İslam’ın merkez bölgesinde bir ulus devlet kurma yemi ile ajite ettiği PKK ve versiyonları üzerinden, Kürt kimliğini bir silah ve patlayıcı olarak kullanıyor. Bu silah acilen PKK’nın ve sahiplerinin elinden alınmalıdır.
Batı stratejisinin temel argümanı olan ulusalcı ideoloji, örneğin Türk-Kürt ilişkilerini etnik anlam çerçevesine hapseden sosyolojik bir kurgudur. Batılı güçlerin kolonyal politikaları doğrultusunda izlediği bir stratejinin ilk aşamasıdır. Bu aşamada Osmanlı jeopolitiği yıkılmıştır. Stratejinin ikinci aşaması ise İslam bölgesini ulus altı bağlamda dayanışan kimliklerin çatıştığı bir alana dönüştürmektir.
Bu iki aşamada ortaya çıkan durumu şöyle özetleyebiliriz: Ülkemizdeki ve bölgedeki kimlikler, etnisiteye ve dini alt kültürlere referanslı olarak tanımlanıyor. Kültür, nüfus ve coğrafya mozaikleştiriliyor. Aynı toplumun farklı kimlikleri arasında kötü huylu ilişkiler oluşturularak dayanışma yeteneği köreltiliyor. Ülkemiz ve İslam coğrafyası etnik, dini ve kültürel çeşitliliği daha çok yansıtan, sosyolojik boyutta heterojen bir yapı kazanıyor ve gittikçe bu kimlik çeşitliliğini bir arada tutabilme ve sürdürebilme yeteneğini kaybetmeye doğru hızla ilerliyor. Sosyolojik alan hâkimiyeti, tamamıyla Batı stratejisinin kontrolüne geçmiş bulunuyor.
Vazife ise mukabil stratejidir. Batı stratejisinin günümüze yansıması olan olaylar ile ilgili ekranlarda izlediğimiz analistler, güvenlik ve terör uzmanları, analizlerini olay aktarma ve terör kavramı bağlamında dile getiriyor. Durum ve vazife tanımlamalarında, bu stratejinin sosyolojik etki karakterini genelde göz ardı ediyorlar.
Vazife, olayların bir “Sosyolojik Savaş” olgusunun yansıması olduğunun idraki ile sosyolojik etkiyi önceleyen, askeri etkiyi ise, sosyolojik güvenliğin bir bileşeni olarak kurgulayan stratejik bir akıl ile hareket ederek, fonksiyonel bir mukabele stratejisi geliştirmektir.