PEREN BİRSAYGILI MUT / YAZAR
Mithat Cemal Kuntay, ünlü romanı
un giriş cümlelerinden birinde “Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen bir hayalettir.” der ve şöyle devam eder: “Adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir.”
Balkan Savaşları’nın ardından gelen yoğun göç dalgasına ve muhacirlerin bilhassa tren garlarındaki perişan durumlarına şahitlik eden yazar, gördüklerinin etkisiyle kaleme almış bu sözleri. Köylerini, kasabalarını geride bırakarak yollara düşen insanların katlanmak zorunda oldukları sıkıntılar, dümdüz anlatıldığında dahi yeterince sarsıcı zaten. Ancak bu gerçek, usta bir kalemden çıkan cümlelerle bambaşka bir derinlik kazanıyor. Beni hayatım boyunca en fazla etkileyen kitap cümlelerinden birisidir.
Kuntay’ın “biteviye yürüyen” olarak tasvir ettiği sürgündeki insanın ayak izleri, bütün dünyaya yayıldı artık. Birbirinden farklı özelliklere sahip milyonlarca erkek, kadın ve çocuğu bir anda tek bir kimlik haline getiren bu büyük trajedi, dramatik yönü yüksek bir öğe olarak duruyor başucumuzda. Kimi zaman çamurlara bata çıka yürüdükleri sınır boylarında, kimi zaman denizlerde derme çatma bir teknenin içerisinde karaya ulaşmak için çırpınırken, kimi zaman ise cansız bedenleri sahillere vururken izliyoruz onları. Ve karşımızda duran, ne kadar empati yapmaya çalışırsak çalışalım, aynı duruma düşmedikçe asla anlayamayacağımız bir enkaz esasında. Yersiz yurtsuzluğun düşüncesi bile uykularımızı kaçırmaya yetiyor.
Üstelik mülteciler ülkelerinden çıktıkları andan itibaren, birer rakamdan ibaret sayılıyorlar artık. 300 kişi daha sınırdan geçti ya da 1000 kişi daha geldi… Uzunca bir listenin bir satırına hapsoluyor isimleri. Ve sahip oldukları zengin kültür görünmez oluyor o liste içerisinde. Sadece ard arda sıralanmış bir takım isimler ve devlet kayıtlarında yer alan diğer kimlik bilgileri. Yaşı, cinsiyeti ya da nereli olduğu gibi… Oysa bir tespihin taneleri gibi dört bir yana dağılan sadece isimleri değil; şiirleri, öyküleri, romanları, felsefeleri ve onlara gerçek bir kimlik kazandıran düşünce mirasları.
1998 senesinde vefat eden Suriyeli şair Nizar Kabbani bir şiirinde: “Bir Arap şairi ölünce bugün, kim dua eder ona?” diye soruyor ve şöyle devam ediyordu, “El öpmez benim şiirim, doğrusu sultanlara düşer şiirimin ellerini öpmek.” Uzun yıllar boyunca sürgünde yaşayan şair, sadece Arap şiirinin önemli temsilcilerinden birisi değil, aynı zamanda onlarca yıldır her türlü baskıya ve şiddete katlanmak zorunda bırakılan Suriye halkının yaşadıklarının en güçlü anlatıcılarındandı.
Kabbani’nin sürgün tecrübesi, çok daha erken bir döneme dayanıyordu. Bu konuda yalnız da değildi. Baas diktatörlüğünün pençesinden kurtulmak için 70’li, 80’li ve 90’lı yıllar boyunca onlarca Suriyeli yazar ve sanatçı ülkelerini terk etti. Önce Lübnan gibi çevre ülkelere gittiler, ardından başka duraklar aradılar kendilerine. Ve 2011 yılında başlayan savaşın ardından, sürgünde yaşamaya başlayan yazarların, düşünürlerin ve sanatçıların sayısı kaçınılmaz biçimde arttı.
Nekbe sonrası ortaya çıkan büyük göç dalgası ile çok sayıda Filistinli aydın da sürgünde yaşamlarını sürdürmeye başlamış, hatta büyük bir kısmı Suriye’ye, özellikle Şam’a gelmiş ve buranın kültür dünyası içerisinde büyük bir destek görmüştü. Daha erken tarihlerde yaşanmış bu tecrübe, Suriyeli yazarları bu konuda bir ilk kılmıyor ancak ülkelerinin içinde bulunduğu durumun karmaşıklığı, diktatör yanlısı bazı Arap grupları ve yoğun mezhepçi karşıt propaganda, onları belki de çok daha çetin bir mücadelenin öznesi haline getiriyor. Ve bu da “sürgün edebiyatı” kategorisinde bambaşka bir yere sahip olmalarının başlıca nedenlerinden birisi aslında.
Ve bu olağanüstü tecrübe, dünyanın çeşitli yerlerindeki edebiyatçılar ve sanatçılar için de büyük bir örnek oluşturuyor esasında. Çektikleri acılar, çıkmak zorunda kaldıkları zorlu yolculuklar ve tüm bu yaşananlar sırasında, halkları için duydukları, içlerini kemirip duran büyük endişe… Nerede olurlarsa olsunlar, ister İstanbul’da ister Londra’da ya da Berlin’de, doğup büyüdükleri topraklara ait anıları, bir çerçeve içerisinde daima masalarının üstünde duruyor. Ve artık ikinci bir deri gibi üstlerine yapışmış olan sürgün hali, her ne kadar yalnızlıkla eşdeğer gibi dursa da, milyonlarca insanın yazgısını omuzlarında hissettiren bir sorumluluk çünkü onlar için. Bu sorumluluğu en ağır biçimde hissettikleri için çalışmaya ara vermiyorlar. Ve sadece kendileri için değil, aynı milletten oldukları ve ortak yersiz yurtsuzluğu yaşadıkları milyonlarca mülteci için de hayati bir önem taşıyor mücadele etmeye devam etmeleri. Onlar devam ettikçe, sadece birer rakamdan ibaret olan mülteci kimliği, tüm hususiyetleri ve zengin kültürü ile adeta kanlı canlı biçimde yeniden hayat buluyor karşımızda. Edebiyatın ve sanatın bundan daha soylu bir konusu olabilir mi?
Bizler için daha değerli bir örnek var mı şu anda?
Ülkemizde, Mehmet Hakkı Suçin tarafından dilimize kazandırılan
’
kitabı ile bilinen Şam doğumlu Suriyeli şair Nuri el-Cerrah’ın yaşananlara şiir üzerinden tanıklığı yaklaşık 40 yıldır devam ediyor. Neredeyse yazmaya başladığı ilk yıllardan bu yana sürgünde yaşayan el-Cerrah, Beyrut, Lefkoşe ve son olarak da Londra gibi şehirlerde duraklamış. Şimdiye kadar yayımlanmış 20’ye yakın kitabının pek çoğu; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Yunanca gibi dillere çevrilmiş. Ve bir şiirinde yüreğindeki öfke ve acıyı şöyle döküyor mısralara;
“Ey sahillerde titreyen Suriyeliler, yeryüzünün her tarafında başıboş dolaşan Suriyeliler. Ölü toprakla doldurmayın ceplerinizi. Yeryüzünü terk edin ama ölmeyin. Bırakın dil defnetsin sizi tariflerinde. Ölüp de toprağa gömülmeyin.”
2013 senesinden beri sürgünde yaşayan filozof Ahmed Barqawi, 30 yıl boyunca Şam Üniversitesi’nde felsefe dersi verdikten sonra ayrılmak zorunda kalmış ülkesinden. Şam doğumlu olsa da, Nekbe esnasında Filistin’den kovulan bir ailenin oğlu olduğu için, Filistinli-Suriyeli bir kimliğe sahip ve aslında iki kere tecrübe etmiş yersiz yurtsuzluğun acısını. Arap dünyasının yaşayan en önemli filozoflarından olarak kabul edilen Barqawi’nin felsefe, toplum ve düşünce konularında çok sayıda kitabı olmasına rağmen, ne yazık ki hiçbirisi dilimize tercüme edilmiş değil.
Şam’dan Roma, Paris, Münih, Viyana, Belgrad, Budapeşte, Sofya ve İstanbul’a; Fahri Al-Baroudi’nin Avrupa Yolculuğu
isimli kitabıyla 2020 senesinde İbn Batuta Seyahat Edebiyatı Ödülü’nü kazanan İbrahim el-Jabin’in ise sadece seyahat edebiyatı değil, roman ve şiir dallarında da çok sayıda kitabı var.
ve
romanları, güçlü tarihsel arka planları ile dikkat çekiyor. 2011 senesinden beri Almanya’da sürgünde yaşayan yazar, Suriye halkına dair, 1-2 dakikalık televizyon haberlerine ya da rakamlara dayalı soğuk analizlere sıkıştırılmış olan gerçeklerin çok ötesinde bir hakikati işaret ediyor bizlere. Henüz dilimize tercüme edilmiş kitabı yok ancak umarım en kısa sürede olur.
2017 senesinde,
isimli kitabıyla Uluslararası Arap Kurgu Ödülleri’ne aday gösterilen Taissier Ahmed Halef ise, 30’dan fazla kitaba imza atmış bir araştırmacı ve yazar. Roman, kısa hikaye, seyahat edebiyatı gibi dallarda verdiği eserlerin yanısıra, özellikle Arap tarihi ve Filistin üzerine önemli çalışmalara sahip. Romanlarında sıklıkla tarihi olaylardan istifade eden Taissier Ahmed Halef’in çalışmaları arasında hemen dikkatimi çekenlerden birisi de, Osmanlı yönetimi altındaki Kudüs’ü anlatan kitabı olmuştu. Şu an İstanbul’da ikamet eden yazarın, ülkemizde bulunması bizler açısından büyük bir onur. Baştacı etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak onun da henüz dilimize kazandırılan bir kitabı yok ne yazık ki.
Tanıdığımda büyük bir heyecan duyduğum başka bir isim ise, karikatür sanatçısı Muwaffaq Qat. Açıkcası Naci el-Ali dışında, Arap dünyasından bu alanda tanıdığım çok fazla isim yoktu, bu nedenle çok heyecanlanmış ve mutlu olmuştum çizimleriyle tanıştığımda. Ve bu büyük yeteneği bu denli geç tanıdığım için de hayıflanmıştım biraz. Muwaffaq Qat, sadece karikatürist değil, aynı zamanda Suriye’nin en önemli plastik sanatçılarından ve film yapımcılarından birisi. Ülkesinde yaşanan büyük trajediyi resmedilmek için yüzlerce karikatür çizmiş şimdiye kadar. Çok sayıda ödüle sahip olan Muwaffaq Qat, şu anda Kanada’nın Toronto şehrinde sürgünde yaşıyor.
Bir yazıya ancak bu kadar isim sığdırabildiğim için kesmek zorunda kaldım ne yazık ki, inşallah çok daha fazla değerli isim üzerinde durabiliriz daha sonra yine. Ülkemiz en fazla Suriyeli mülteciyi misafir eden ülke, büyük bir dostlukla onların yaralarına merhem olmak için uğraşan yüzlerce insan tanıyorum. Boynundaki altın kolyeyi çıkarıp veren teyzeler, oyuncak bebeğini özenle paketleyip gönderen küçük kız çocukları biliyorum. Ancak yanıbaşımızda yaşanan bu büyük trajediyle daha güçlü bir empati kurabilmemiz için mutlaka sürgündeki Suriyeli yazarları yani Suriye’nin gerçek ruhunu daha yakından tanımamız gerekiyor. Ancak işte o zaman sarsılmaz bağlarla bağlanmış olacağız birbirimize. Bir toplumu ve bu toplumun mücadelesini anlamak için, sadece insani destek asla yeterli değil çünkü. Bir toplumla gerçek anlamda yakınlık kurabilmenin yolu, o toplumun sanatını ve edebiyatını bilmekten geçiyor.