Diderot’nun Felsefe Konuşmaları’nı okudum birkaç gün önce. Şöyle bir cümle geçiyordu: “Doğrusu, insan bir şeyi onaylar ve inkâr ederken çok ihtiyatlı olmalı.” İnsan bir şeyi savunurken ya da eleştirirken, bir şeyle saf tutarken ya da bir şeyi reddederken, bir şeyi sıkı sıkıya kucaklarken ya da ondan kurtulmak isterken, bir şeye düşmanlık ederken ya da ona dostluk beslerken ileriyi düşünerek ölçülü hareket etmeli, ihtiyatı elden bırakmamalıdır. İnsan denilen karmaşık varlık, zaman içinde kaç kez değişir, kaç kez düşer kalkar, kaç kez yeni başlangıçlar yapar, kaç kez çıktığı seferden döner, çarptığı kaç kapıya tekrar uğrar, minnet duyduğu kaç kapıdan ayrılır, kaç kez fikir değiştirir, kaç kez vazgeçer, düşüncesinden cayar… İnsan için mutlak ve kesin tanımlar, sınırlar yoktur. İnsanın adımları, duygu ve düşünceleri devridaim eder. Bu sebeple hiçbir fikrin ateşli savunucu, herhangi bir fikrin sadık bekçisi ya da bir fikrin müebbet düşmanı olmak insana yenilgiler, hüsranlar, pişmanlıklar getirebilir. Bir fikri incelikle örmek, inşa etmek, farklı fikir dokularına bakmak, insanı geliştiren en sağlıklı yoldur.
Sosyal medya denilen sanal varlık alanı, fikrin derinliğine en büyük darbeyi vurdu. Bir fikrin çilesini ömür boyu çekmiş insanlar, sosyal medya mecralarında bir anda ne söylediğine ya da niçin öyle söylediğine bakılmaksızın alay konusu hâline getirilebiliyor. Buna karşılık bugün başka, yarın başka konuşan, serdettiği düşüncelerin altını doldurmayan, kendisi gibi düşünmeyenleri yaftalayan, ilmî bir derinliği olmayanlar da sürece yön veren ‘bilge kimseler’ muamelesine tabi tutuluyor. Böyle olmasının en temel sebeplerinden biri, aktüeli yorumlayan düşünürlerimizin eksikliğidir. Akif Emre ve Hüsamettin Arslan, entelektüel yürüyüşümde karşılaştığım ve aktüel konular üzerine düşünmemi sağlayan iki muhkem kalemdir. Aktüelde kaybolmayan, güncel olanı geleceğe taşıyan, insana bir rota çizen, insanın düşünce menfezlerini açan ufuk açıcı kalemler.
Aktüeli düşünsel anlamda yorumlamak, açık kimlikle fikir beyan etmek her zaman mayınlı bir alanda yürümek gibidir. Güncel konularda, kalemi hedefe doğrultmuş bir silah gibi değil de düşünce zemininde ilmekler dokuyan bir tığ gibi kullanmak, kuşatıcı cümleler kurmak esas maharettir. Konjonktürel şartlar, sosyolojik ve demografik yapı, güncelin ‘nasıl’ algılandığına etki eder. Bugün cereyan eden bir olay, on yıl sonra aynı minvalde yaşandığında farklı algılanıp farklı yorumlanabilir. Tam da bu yüzden namlu gibi cümleler kurmak; çarpıcı, iddialı ve fiyakalı görünebilir ancak etkisi kısa sürer ve fikrî bir hüviyet taşımaz. Düşünce zemininde, sakin kalem darbeleriyle örülen metinlerse ilk bakışta iddiasız, etkisiz ve soluksuz gibi durabilir ancak zamana kalan, zihinleri dönüştüren, bireye ve topluma yön veren de bu metinlerdir.
Kitle ruhunun olaylara yön verdiği hâllerde derinlikli konuşmalar, kritik analiz ve metinler oyunbozanlık gibi görülür. Oysa doğru düşünme çoğu zaman rüzgâra karşı yürümeyi gerektirir. Türkiye kamuoyunun neredeyse yüzde yüzü İsrail’in Gazze’de uyguladığı soykırıma karşı olduğu hâlde soykırımın kamuoyunda tartışılma biçimi, çok parçalanmış bir görüntü arz etmektedir. İsrail-Türkiye ticareti konusunda da toplumsal talep olarak öne çıkarılan temalar, meseleyi mecrasından çıkardı. Kamu yöneticilerimizin doğru zamanda gerekli açıklamaları yapmaması da bu belirsizliğe hizmet etti. Netice olarak galeyanla tepki veren duyarlı çevreler, “Ticaretiniz ve siyasetiniz batsın!”dan öteye varmayan bir düzeyde kaldılar. Bu duygusal reaksiyon hem Filistin davasına hem Türkiye’ye zarar verdi. Hâl böyleyken derin analizler ya da makul açıklamalar yapan bir entelektüelimiz yahut siyasetçimiz olmadı. Olan da ya ticareti aklamakla ya iktidar yancısı olmakla itham edildi. Mantığın devre dışı bırakıldığı bu atmosferde yapılan en büyük hatalardan biri, uluslararası ticaretin dinamiklerini bugüne ve bugünkü iktidara hasretmektir. Daha da ilerisi, iktidar değişirse ticaret de biter vehmine kapılmaktır. İsrail-Türkiye ticaret ilişkilerinin serencamına çok detaylı olmasa da bir göz atmakta fayda var.
İsrail, 1948’de küçük bir alanda kuruldu, sonra işgalci politikasıyla Filistin topraklarına yayıldı. 1949’dan itibaren Türkiye, İsrail’i bir devlet olarak tanıdı, ilişkiler kurdu. İsrail’in Orta Doğu’daki barış karşıtı politikaları sebebiyle bu ilişkiler sağlam bir zeminde ilerlemedi, çoğu zaman da büyükelçilik düzeyine çıkmadı, maslahatgüzar düzeyinde kaldı. 1990’lı yıllarda Türkiye-İsrail arasındaki yakınlaşma iyice belirginleşti. Türkiye açısından PKK tehdidi, İsrail ile yakınlaşmasının en büyük sebebiydi. 1996 yılında Türkiye-İsrail arasında Askerî Eğitim İşbirliği ve Savunma Sanayi İşbirliği anlaşmaları yapıldı. Türkiye bu anlaşmalarla terörle mücadelede istihbarat ve her türlü stratejik işbirliği imkânını temin etmek, kendi güvenliğini korumak maksadıyla Suriye ve İran’a gözdağı vermek istiyordu. İsrail ise Ortadoğu’ya sevimli görünmek, kendisi için en büyük tehdit olarak gördüğü İran’a gözdağı vermek istiyordu. 1996 yılında imzalanan Uluslararası Yatırım Antlaşması/Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması antlaşmasıyla da her iki ülkenin ticari ve ekonomik ilişkileri derinleşti. Bugün devam eden ticaret ve ekonominin temeli bu antlaşmalara dayanmaktadır.
Mevcut kaos ortamında kendi güvenliğini sağlamak için yapılan bu antlaşmalarla, her iki ülke ekonomik, ticarî, askerî, teknolojik ve diplomatik bakımdan gelişmeyi hedeflemiştir. Bu antlaşmaların yapıldığı tarihlerde Türkiye’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’dır. Anlaşmaları onaylamak zorunda kalmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde Başbakan Bülent Ecevit’tir. İsrail, o tarihlerde de Filistin’de katliam yapmaktadır. Ekonomik kriz sebebiyle Türkiye 1000 tank üretimini ertelemiş ancak TSK’nın acil ihtiyaç olduğunu beyan etmesi üzerine 170 adet tankın modernizasyon ihalesi İsrail’e devredilmiştir. Bülent Ecevit, İsrail’in katliamları sebebiyle halk nezdinde tepki çekeceklerine olan endişesini beyan etse de kendi savunma sanayiini henüz geliştirememiş ve dışarıya bağımlı olan Türkiye iç güvenliğini ve dış güvenliğini acilen sağlamak için TSK’nın ihtiyaç talebini derhal yürürlüğe koymuştur. O tarihlerde “Soykırımcı İsrail” ifadesini kullanan Ecevit, hem Türkiye’deki köşe yazarları hem de dış ülkelerdeki İsrail lobisi tarafından telin edilince bu ifadeyi kullandığı için İsrail’den özür dilemiştir.
Türkiye’nin önce Başbakanı sonra da Cumhurbaşkanı olan Erdoğan döneminde de İsrail-Türkiye ticarî ve ekonomi ilişkileri devam eder. Ancak İsrail-Türkiye ilişkileri daima netameli, zor ve karmaşık bir zeminde ilerlemiş, Filistin soykırımı sebebiyle iki ülke arasında dostane ilişkiler geliştirilmemiş, garip bir şekilde ekonomik ilişkiler de alabildiğine devam etmiştir. İsrail-Türkiye ticareti hakkında araştırma yapanların birçoğu, özellikle bu kısmın altını çizer: “İki ülke arasında korkunç bir gerilim olmasına rağmen ekonomik ilişkiler sürdürülmüştür.”
Türkiye, Filistin konusunda İsrail ile Suriye arasında bir köprü görevi görür ve her iki ülkeyle de görüşmeler başlatır. Türkiye’nin bu tavrı, Ortadoğu’da söz sahibi olmasını ve etkinliğini artırır. Ortadoğu halkları için Türkiye umudun adı olur. Beşar Esad, Ankara’ya gelerek İsrail Başbakanıyla görüşme talebini Türkiye’nin iletmesi konusunda ricacı olur. Bu gelişme, Türkiye’nin arabulucu ve barışçı bir politika izlediğinin göstergesidir. Devam eden süreçte İsrail Başbakanı, Ankara’ya gelir ancak bu görüşmenin hemen ardından İsrail, Gazze’de katliam yapar. Türkiye’nin tüm arabulucu girişimlerine rağmen Ankara görüşmesinden sonra yapılan bu katliam ‘Türkiye’ye de yapılmıştır’ şeklinde yorumlanır. Dengeleri esas değiştiren Türkiye’nin arabulucu ve barışçı tavrına vurulan bu darbedir. Bu darbe sonrası Davos’ta gerçekleşen “Dünya Ekonomik Forumu”nda Başbakan Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i orantısız güç uygulama, öldürmeyi iyi bilme minvalindeki vurgularla sert bir şekilde eleştirir. İsrail, Erdoğan’ın ‘one minute’ tepkisine karşılık Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisini aşağılayarak karşılık verir. Her iki ülke arasındaki diplomatik kriz derinleşir. Bu olayları takip eden süreçte Mavi Marmara saldırısı gerçekleşir. Mavi Marmara Gemisi, uluslararası sularda İsrail tarafından hedef alınır. Dokuz Türk vatandaşımız bu saldırıda şehit olur. Bu olaya tepki olarak Türkiye, İsrail’e hava sahasını yasaklar. Birleşmiş Milletler’e çağrıda bulunur ve İsrail’den üç şey talep eder: İsrail hükümeti acilen özür dilemeli, Mavi Marmara şehitleri için tazminat ödemeli ve Gazze’ye yönelik saldırılarına son vermelidir. Fakat Türkiye’nin bu talepleri karşılanmadığı gibi Birleşmiş Milletler, İsrail’in Filistin’deki saldırılarının haklı olduğuna dair bir rapor hazırlar. Bu rapor, Türkiye’nin aleyhine, İsrail’inse lehine olur. İsrail, katliamlarında bir kez daha meşru bir zemin ve destek bulur.
Bunca katliam/soykırım yaşanırken ticarî ilişkiler neden hız kesmeden devam etmektedir? Sorgulanması gereken husus burasıdır. Zira mesele İsrail ile ticaret de değildir, olmamalıdır. Çünkü İsrail’in dünya çapında ticaret hacmi oldukça küçüktür. İsrail’e yatırım yapan, onu kalkındıran ABD’dir. İsrail ile ticareti kesmek hem İsrail üzerinden açılan pazarlarla iletişimi kesmek hem de ABD’nin ambargosuyla karşı karşıya kalmak demektir. Açıkçası bugüne kadar kesilmemiş, birbirine bağımlı hâle gelmiş bu ülkelerin birbiriyle ticareti kesmesini beklemek safdillik olur. Bunu bu şekilde dile getirmek ne Filistin’e ihanettir ne de iktidar yanlısı olmaktır. Çünkü Türkiye’de bütün iktidarlar, İsrail ile ticaret kurmuştur. Bu konulara dair fikir beyan etmek de entelektüel fantezi değil, meseleyi kavramaya çalışmak, günübirlik ve sloganik tavırlara mahkum olmayı reddetmektir. Şunları da sormak gerekir: Kâbe’nin etrafı bütünüyle işgal edilirken Müslümanlar niçin ekonomik ve siyasî anlamda tepki göstermiyordu? İsrail’in onayı olmaksızın Kudüs’e gitmeyi niçin başka yaptırımlar talep ederek reddetmiyorlardı? Uygur Türkleri Çin’in zulmü altındayken niçin Çin’e boykot ve yaptırım gündeme gelmiyordu? Bosna halkına yaşatılan acıyı nasıl boykot edecek, nasıl bir yaptırım uygulayabilecektik, hiç düşündük mü?
Yedi başlı bir ejderha olan küresel sistemin, hangi başıyla nasıl mücadele etmemiz ve karşısına ne koymamız gerektiğini hiç sorguladık mı? Kullandığımız ürünlerin büyük bir kısmı İsrail patentliyken, yazılım programlarının ve teknolojik âletlerin birçoğu İsrail menşeiliyken, Türkiye’nin İsrail’de İsrail’in de Türkiye’de yatırımları varken ve bu yatırımlar aracılığıyla evine ekmek götüren işçiler söz konusuyken yani küresel ticaret, bütün ekonomileri kuşatmışken ticarî ilişkiler nasıl neşter vurur gibi kesilebilir? İki ülke arasındaki ticari ilişkiler, bölgesel ticari ilişkilerle iç içedir, entegredir. Filistinli şair Mürit Bergusi, Filistinlilerin kendi zeytinyağını ürettiklerini, her evde mutlaka zeytinyağı olduğunu, zeytinyağının yalnız dışarıya satıldığını söyler. Fakat İsrail zulmü başlayınca 1967’den itibaren zeytinyağı satın alacak hâle düştüklerini belirtir. Kendi vatanında, kendi ürettiği ürünü başkasından alacak hâle getiren girift, karanlık, çapraşık sistem, küresel ticaretten başkası değildir.
Toplumsal kesimler, İsrail’e ambargo çağrısı yapabilir, kendi devletinden ve uluslararası toplumdan bu konuda talepte bulunabilir. Ancak uluslararası ilişkiler güç ilişkileridir. Müeyyide uygulamak, aynı zamanda rasyonel olmayı da gerektirir. Ambargo güçlü olanın, güçsüz olana uygulayacağı bir yaptırımdır. Bütün Arap/İslâm ülkeleri birleşse, ambargo uygulasa etkin neticeler alınabilir. Sahada tek başına olan bir devletin, arkasına her türlü gücü alan başka bir devlete ambargo uygulaması evet görünürde soylu bir eylem olabilir ama hakikatte daha da yalnızlaştırılmasına ve ambargonun en büyüğünün kendisine uygulanmasına yol açar. İsrail’in gayrı meşru pozisyonu, bu acı realiteyi yazık ki değiştirmemektedir. Bir ülkeyle ticari ilişkileri kesmek, bütün ülkelerle ticari ilişkilerinizi etkileyecektir. Bu basit realiteyi, dış politika ve dış ticareti yöneten aktörler ifade etmedi. Bize düşen dağılmadan, parçalanmadan, meseleyi mecrasından çıkarmadan zulme beraberce karşı durmak, devlet ve millet olarak gücümüzü birleştirmek, aklımızı vicdanımızla birlikte çalıştırmak, hem gerçekçi hem hakkaniyetli olmaktır.