Suriye’deki iç savaş, hem yol açtığı güvenlik riskleriyle askeri operasyonları gerekli kılarak hem de yoğun göç dalgası ile ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan ülkemizi derinden etkiliyor. Bu süreci sadece PKK/PYD’ye silahlı bir hâkimiyet alanı sunulması noktasından değerlendirmekse eksik bir bakış açısı... Nüfus hareketliliğine ve boşalan ve yeniden doldurulan alanlara da odaklanarak, “sosyolojik alan hâkimiyeti” oluşturmayı hedef alan bir “sosyolojik savaş” süreç yönetimini görmek gerekiyor.
Suriye’deki iç savaş, hem yol açtığı güvenlik riskleriyle askeri operasyonları gerekli kılarak hem de yoğun göç dalgası ile ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan ülkemizi derinden etkiliyor. Bu süreci sadece PKK/PYD’ye silahlı bir hâkimiyet alanı sunulması noktasından değerlendirmekse eksik bir bakış açısı... Nüfus hareketliliğine ve boşalan ve yeniden doldurulan alanlara da odaklanarak, “sosyolojik alan hâkimiyeti” oluşturmayı hedef alan bir “sosyolojik savaş” süreç yönetimini görmek gerekiyor.
Ülkemizin bölgeye yönelik sosyolojik operasyonlara, sosyolojik bir strateji ile desteklenmeyen, salt askeri operasyonlarla karşılık vermesi ne kadar fonksiyonel olabilir?
Suriye sürecine “sosyolojik savaş” kavramından bakmak, bu göz ardı edilen ve çok daha kapsamlı etkiler doğuran savaş türüne karşı bir strateji geliştirilmesini sağlayacak ve gündemdeki sığınmacı krizinin çözümü için açılımlar getirecektir.
YENİ BİR SAVAŞ TÜRÜ
Bölgemizde yaşanan ve merkezinde kimlik farklılıkları bulunan çatışma denklemleri, yine merkezinde kimliklerin bulunduğu kavramlar üzerinden kurgulanmaktadır. Bu sebeple ülkemizin ve bölgemizin içinde bulunduğu sosyolojik süreç ve bu sürecin dinamikleri doğru kavramlarla tanımlanmalıdır.
Nitekim çözümü de içeren tanımlayıcı bir kavram arayışı içinde bulunuyoruz. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, yetkililerce ve akademik ve entelektüel çevrelerce yapılan asimetrik savaş, hibrit savaş, dördüncü nesil savaş, vekâlet savaşları gibi tanımlamalar, aslında karşı karşıya bulunduğumuz milli güvenlik risk ve tehditlerini tanımlama çabalarının birer tezahürü… Ancak bu kavramsal tanımlama çabaları ne entelektüel ne siyasi ve askeri ne de toplumsal bilinçte, sorunu ve çözümü belirginleştiren yeterli bir açılım getiremiyor.
Tehdit stratejiyi “sosyolojik savaş” kavramı bağlamında tanımladığımızda, karşımıza bir dizi fonksiyonel sosyolojik kavramlar seti çıkıyor: Sosyolojik tehditler, sosyolojik istihbarat, sosyolojik silahlar, sosyolojik operasyonlar, sosyolojik alan hakimiyeti, iyi/kötü huylu sosyolojik dinamikler, sosyolojik güvenlik vs.…
Tehdit strateji, kimlik fay hatlarına gerilim yükleyen; kültür, nüfus ve coğrafya bütünlüğünden yoksunlaştırma hedefinden geriye doğru planlanmış bir stratejidir. Jeopolitiğin bu üç unsuru arasındaki etkileşim kullanılarak tasarlanan, toplum bilim tabanlı bir süreç yönetimidir. Amaç, büyük boy jeopolitik üretecek kültür, nüfus ve coğrafyayı tek tek hiçbir jeopolitik etkinliği olmayan alt kültürlere, alt kimliklere, alt dayanışmalara parçalamaktır. Bir arazinin daha fazla mülkiyetlere parselasyonu ile tarım değerinin sıfırlanması gibi, parselleme, mozaikleştirme ve bu şekilde dayanışma ve jeopolitik gücü sıfırlama sürecidir. Bu strateji, bir siyasi coğrafya üzerindeki herhangi bakımdan farklı olan kimlikleri tek bir devletin siyasi, ekonomik ve askeri gücünü destekleyen formunu ortadan kaldıran fonksiyonlara kavuşturmak üstüne kurgulanmıştır. Bunun tipik örneği Suriye sürecidir.
KARŞI STRATEJİ İHTİYACI
Suriye, Orta Asya’dan uzanan bir enerji koridorunun Doğu Akdeniz’e açılan bir kapısı olduğu kadar, bu koridorun denetim altında tutulması ve aynı zamanda sınır komşusu olan İsrail’in güvenliği açısından da stratejik öneme sahiptir. Suriye bu stratejik maksatlar etrafında, başta ABD olmak üzere Batılı güçler tarafından kimlik çeşitliliği istismar edilerek yeniden yapılandırılmaya zemin oluşturacak bir istikrarsızlaştırmaya maruzdur. Bu güçlerin bölgede tutunup, müdahalesini süreklileştirecek bir vekalet iktidarı ihtiyacı vardır ki, gelinen noktada bu rolün PKK/PYD’ye verildiği görülmektedir. Bu anlamda PKK/PYD ve bu örgütü sözde meşrulaştırma aparatı olarak kullanılan DAEŞ ve benzeri örgütler Batılı emperyalistlerin stratejilerine hizmet eden birer “sosyolojik savaş” projesidir. İran ve Rusya ise alandan pay kapmaya çalışan devletlerdir.
İşte bu perspektiften baktığımızda Suriye sürecine yönelik politikalarda askeri ve siyasi stratejilerin yanısıra sosyolojik bir karşı strateji boşluğu ve ihtiyacı çok açıktır. Emperyalist denetim stratejilerinin en öncelikli evresi, sosyolojik evredir. Sosyolojik evre, alan sosyolojisinin uyumlaştırılması süreçlerini kapsar. Öncelikle alandaki toplumsal yapının iç tutarlılığını yitirerek dağılması hedeflenir. İç çatışmalarla nüfusun sınır ötesi bölgelere akışı ile nihayetinde, denetim altına alınacak alanda bu maksada uygun bir sosyoloji inşa edilir.
Suriye’de yaşanan tüm olayların bu sosyolojik alan hakimiyetini tesise yönelik olarak cereyan ettiğine şahitlik ediyoruz. Bu yapay sosyoloji üzerine inşa edilecek bir rejim, kendi halkından çok, küresel güçlerin güvencesine sığınan, bunun bedelini de iş birliği ile ödeyen bir vekâlet iktidarı olacaktır ki, PKK/PYD denilen yapının nihai misyonu budur.
Suriye’de yönetilen süreci bu şekilde tanımladıktan sonra, Türkiye’nin, askeri olarak müdahil olduğu sürece, sosyolojik olarak da müdahil olması gerektiğini söyleyebiliriz. Güvenli bölgelerle gerçekleştirdiği askeri mukabeleyi, sınır boyunca dost bir sosyolojik koridor inşa ederek pekiştirmesi önemlidir. Bunu ülke sınırları içinde destek vererek gönlünü kazandığı sığınmacı kitlesini, oluşturduğu güvenli bölgelere taşıyarak ve aynı desteği bu bölgelerde de sürdürerek yapabilir.
Dolayısıyla son günlerde ülkemizdeki göçmenler üzerinden kriz çıkarma çabalarını, iç karışıklıkta malzeme olarak kullanmak kadar, bu dost sosyoloji oluşumunun önünü almak çabaları olarak da değerlendirmek gerekiyor. Krizin fırsata çevrilmesinin yolu, mevcut askeri denetim ve güvenlik alanlarının sosyolojik bir strateji ile desteklenmesinden geçiyor.