Bay Adonis,
Şimdi size neden durup dururken Octavia Paz’dan bahsettiğimi merak edeceksiniz belki. Mektubumun başında da söylediğim gibi, eski bir dostla beklenmedik şekilde sokak ortasında karşılaşmak gibi, bir anda aklıma geldi sadece. Her neyse, lafı fazla uzatmadan, size kendimi tanıtmama izin verin. Ben İzmir’liyim, Bay Adonis. Geçtiğimiz günlerde size verilen “Onur Ödülü”nü almak için ziyaret ettiniz, şehrime sanırım daha önceki senelerde de gelmişsiniz. Doğup büyüdüğüm yerlerde çekilmiş bazı fotoğraflarınızı görmüştüm. Bazı fotoğraflarda, İzmir’in tarihi sokaklarında, bazılarında ise Ege Denizi kenarında duruyordunuz.
Benim gibi, çocukluğu ve gençliği Ege kıyılarında geçen herkes en az bir kere şahit olmuştur, Yunan adalarına geçmek için bindikleri teknenin batması sonucu hayatını kaybeden mültecilerin hikâyesine. Kendi gözleri ile görmese dahi haberini işitmiştir mutlaka çarşıda pazarda. Mültecileri kaçıran çetelerin olduğu anlatılıyordu biz çocukken. Genelde geceleri yapıyorlardı bu işleri. İyice karanlık bastırdıktan ve el ayak çekildikten sonra, hayalet gibi saklandıkları yerden ortaya çıkarak, gözlerini kırpmadan ölüme gönderiyorlardı biçare insanları.
Bay Adonis,
Size anlatabileceğimiz öyle çok hikaye var ki. Gerçek insanların, yani sizin ülkenizin yerlilerinin hikayeleri. Bir tespihin taneleri gibi etrafa saçılan insanların. Derme çatma gecekonduların kapısından kocaman gözlerle bize bakan kız çocuklarının, her rüzgarda yerinden oynayan çadırların önünde çamurlar içerisinde top oynayan güzel oğlanların, sonra evlatlarını kendi elleriyle toprağa gömen acılı anne babaların… Peki, sizin bize anlatacağınız hangi hikayeler var? Halkınızın çektiği acılara dair kaç tane hikayeniz var, bize anlatmak istediğiniz?
Gelin sizinle tarihte kısa bir gezinti yapalım. 90 sene öncesinin Hayfa şehrine, İstiklal Camii’ne gidelim önce. Kürsüde vaaz veren o şerefli adamı görüyor musunuz? Üstelik bu adam da, tıpkı sizin gibi Jabla bölgesinden. Filistin’deki isyanın lideri Şeyh İzzeddin El Kassam’dan bahsediyorum. Topraksız bırakılmış köylülerin, evleri elinden alınan kadın ve erkeklerin haysiyetini korumak için canını feda eden Şehid İzzeddin… Şimdi Cezayir’e gitmeye ne dersiniz? Fransızlara karşı direnişin büyük kumandanı, din adamı Emir Abdülkadir el-Cezayiri… Atının üzerinde nasıl da heybetli, karşısına çıkan Fransız sömürge askerlerini nasıl da titretiyor korkudan… Libya’ya da gitmemiz lazım mutlaka… Şeyh Senusi ve Ömer Muhtar’ı göstermek istiyorum size. Bakın önce camiden çıkıyorlar, ardından korkusuzca ölüme meydan okuyorlar… Güney Afrika’da ırkçılığa karşı mücadelenin sembol isimlerinden İmam Abdullah Harun’u tanıyor musunuz? Ruslara karşı savaşan Şeyh Şamil’i duydunuz mu hiç? “Kafkas Kartalı”mızdır o bizim. Emperyalizme karşı mücadelede bu isimler size bir şey hatırlatıyor mu, acaba? Ayrıca ülkenizdeki onlarca cami, zalim Esad tarafından bombalanırken, “camiden çıkanları” günahkar ilan ederek, onunla aynı safa düşmüyor musunuz, Bay Adonis?
Ayrıca Suriye muhalefetini “camiden çıkanlar” diye kategorize ederek, neden aklımızı bu kadar küçümsüyorsunuz, Bay Adonis? Sizin söylediğinizin aksine, biz Suriye’de zulme karşı sesini yükselten pek çok farklı insan tanıyoruz. İçlerinde Sosyalistler, Hristiyanlar, Dürziler ve Aleviler de var. Bazılarını tanıdığınıza eminim. Birlikte zaman geçirdiniz belki, belki de birlikte seyahat ettiniz eskiden… Onların senelerdir süren mücadelesinin en yakın şahitlerinden biriyken, neden seslerini duymadınız. Onlar da mı “camiden çıkanlar” grubuna dahildiler?
Yani, muhalefetin Amerikan emperyalizmi tarafından kullanılan paralı askerlerden oluştuğunu söylüyordunuz. Bunun üzerine muhakkak size birkaç şey sormam gerekiyor. Öncelikle Suriye’deki muhalefeti, Amerikan emperyalizminin Suriye’deki halk hareketini baltalamak için kullandığı ve İslam’la alakası olmayan sözde cihatçı örgütlerden ibaret olarak gösteriyorsunuz sadece. Bu cihatçı örgütlerin üyelerinin en bazılarının, Esad tarafından hapishanelerden salındığını –ki bu esnada binlerce kadın ve erkek hapishanelerde öldürülüyordu- ve yaptıkları herşeyin sonuç olarak Esad’ın işine geldiğini neden söylemiyorsunuz? Ayrıca madem paralı askerlerden bahsediyoruz, şunu da söylememe izin verin. Suriye halkına karşı savaşmak üzere, Irak, İran ya da Lübnan gelen o kana susamış adamlardan neden bahsetmiyorsunuz? Suriye’de masum halka karşı onca katliam yaptıktan sonra, ücretlerini alan, hiçbirşey yokmuş gibi normal hayatlarına geri dönen ve bir süre dinlendikten sonra tekrar Suriye’ye gelen o adamlardan. Gerçek paralı asker onlar değil mi? Onlar için neden tek bir sözünüz yok? Ayrıca dünyada bir tek Amerikan emperyalizmi yok. Neden sürekli Amerikan emperyalizminden bahsediyorsunuz ancak Rus emperyalizmine dair hiç konuşmuyorsunuz?
Bay Adonis,
Siz, bizi terazinin bir kefesine koyarak tartıyorsunuz sürekli. Bizi tarttığınız terazinin sahibi hangi tüccar, Bay Adonis? Bu sorunun cevabını bize değil ama kendi vicdanınıza verirsiniz umarım bir gün. Ancak biz o terazinin kefesine sığmayacak kadar kalabalığız şu anda. Bunu göremiyor musunuz? Yüzlerce yıldır, antik çağlardan bu yana, bir sürü büyük deneyim yaşadık. Yendik, yenildik, aşık olduk, öfkelendik, güldük ve ağladık hep birlikte. Çok yara aldık, birbirimizin yaralarını sardık. Şiirler okuduk, türküler söyledik. Sadece “insan” olduğumuz için sevdik birbirimizi. Birbirimizin milliyetine, inancına ya da mezhebine bakmadan sevdik.
Max Horkheimer’in çok sevdiğim bir sözü var. Diyor ki; Evlerin pencerelerini açabilen tek bir rüzgar vardır; Ortak Keder. Bizler, birbirimizin pencelerini açtık, şarkılar söyledik o pencerelerin önünde. İçerisine bir sürü soğuk kavramın boca edildiği ezberlenmiş metinlerle çıkmadık insanların karşısına. Sesimiz titredi konuşurken, heyecanımızı gizlemek için sakinleştirmeye çalıştık birbirimizi. Sizin kadar büyük sözler edemedik şiir hakkında ancak bizim için şiir birbirimizin gözlerinde gördüğümüz o ışıktı. Zulme karşı sesini yükseltmekti en güzel şiir.
Onlarin katilleri ile kucaklaşırken, neden onlardan bir selamı esirgediniz? Onları neden sevmediniz, bizi neden sevmediniz, Bay Adonis?