Suudi Arabistan’ın de-facto yöneticisi konumundaki Muhammed bin Selman’ın Çarşamba günü Türkiye’ye düzenleyeceği resmi ziyaret bir süredir iyileşen iki ülke ilişkilerine yeni bir ivme kazandırma potansiyeli taşıyor. Ziyaretin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretinden çok kısa bir süre sonra ve ABD Başkanı Joe Biden’ın Orta Doğu ziyaretinden önce gerçekleşiyor olması, Veliaht Prens’in daha önce ilan edilen Yunanistan ziyaretini belirsiz bir tarihe ertelemesi ve Türkiye’ye Mısır’a uğrayarak geliyor olması bu ziyareti daha da anlamlı kılıyor.
Son dönemde, hem içeriden hem de dışarıdan, Türk-Suudi ilişkilerindeki ilerlemeyi Türkiye’nin ekonomik koşulları ile irtibatlandıran çok sayıda analiz yayınlandı. Her ne kadar ekonomi, iki ülke ilişkilerindeki ilerlemenin önemli bir boyutunu teşkil etse de ilişiklerin gelişmesini destekleyen asıl faktör her iki ülkenin rekabet etmesine neden olan gerekçelerin anlamını kaybetmesi ve Suudilerin derinleşen güvensizlik algısıdır.
Köklü bir geçmişe dayanan iki ülke arasındaki ilişkilerin zayıflaması Arap Baharı süreciyle başladı, Katar krizi ve Kaşıkçı cinayetiyle zirveye ulaştı. Türkiye’nin Arap sokağının değişim taleplerini destekleyen dış politikasına karşılık Suudi Arabistan bölgesel statükonun korunmasını en önemli dış politika gündemi olarak kabul etmişti. Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla Arap sokağının talep ettiği değişimin gerçekleşme imkânının önemli ölçüde ortadan kalkmasıyla iki ülke arasındaki rekabetin en önemli gerekçesi anlamını kaybetmiştir.
Benzer şekilde Türkiye’nin Körfez bölgesinde BAE-Suudi ekseni karşısında Katar’ı destekleyen dış politikası da iki ülke ilişkilerinde önemli bir gerilim noktasıydı. Çünkü Suudiler tarihsel olarak Körfez bölgesini kendi nüfuz alanı olarak görmüşler ve rakip bir bölgesel aktörün bölgede Suudi nüfuzunu zayıflatma girişimini önemli bir tehdit olarak kabul etmişlerdir. Körfez İşbirliği Konseyi’nin 2021 yılı başlarında el-Ula’da düzenlediği zirvede Katar ablukasının kaldırılmasıyla Körfez’deki rakip aktörler barışmış oldu.
Bugün her iki ülkenin ulusal çıkarlarının önemli ölçüde örtüştüğü bir uluslararası ve bölgesel siyasal atmosferle karşı karşıyayız. İlişiklerde örtüşen çıkarlar Türkiye açısından önemli ölçüde ekonomik gerekçelere Suudiler açsından da güvenliğe dayanıyor.
Bugün Orta Doğu bölgesinin periferisinde ciddi istikrarsızlığa karşın bölgenin merkezinde bir istikrar adası görmekteyiz. Periferideki istikrarsızlık; Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkelerdeki çökmüş devlet sistemlerine ilaveten Lübnan, Pakistan ve Mısır gibi ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalan devletlerden kaynaklanıyor. Bölgenin merkezinde ise başını Suudi Arabistan’ın çektiği BAE, Kuveyt ve Katar gibi Körfez ülkelerinden oluşan bir istikrar adası görmekteyiz.
Bölgenin merkezi bugüne kadar bir istikrar adası olma hüviyetini korumuş olsa da periferideki siyasi krizlerin merkeze bir baskı yapmaması düşünülemez. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşının ortasında enerji-emtia-gıda üçlüsünün yükselen fiyatlarının yol açtığı büyük ekonomik krizleri periferiye hapsetmek olanaksız. 2010 yılında ortaya çıkan Arap Baharı’nın bugünkü küresel ekonomik koşullarla önemli benzerlikler taşıyan 2008 yılındaki ekonomik krizin peşinden geldiğini hatırlayalım. Bütün bunlara ilaveten ABD’nin son on yılda Orta Doğu’daki müttefiklerine sağladığı fiili güvenlik garantilerini azaltma girişimleri sergilemesi, bölgenin statükocu aktörlerinin güvensizlik algısını derinleştiriyor. İşte bu yüzden güvenlik, Suudiler için uzun zamandır dış politikanın en önemli gündem maddesini teşkil ediyor.
İran’ın, engellenemeyen nükleer faaliyetleri, bölge genelindeki marjinalleşmiş Şii toplumlarda artan ideolojik ve politik nüfuzu ve kendisine bağlı milis güçleri ulusal çıkarları için tüm bölge sathında başarılı bir biçimde kullanma becerisi de İran’ı varoluşsal düşman olarak kabul eden Suudilerdeki güvensizlik algısını besliyor. İki ülke arasında İran lehine olan güç asimetrisi, Suudileri İsrail, Mısır ve Türkiye gibi bölgenin önemli askeri kapasiteye sahip ülkeleri ile iş birliğine zorluyor. ABD fiili güvenlik garantilerinin azaldığı bir dönemde Suudilerin temel hedefi Çin ve Rusya gibi Batı bloğuna rakip ülkelerle yakınlaşarak ve bölgenin önemli ülkeleri ile güvenlik alanındaki iş birliğini derinleştirerek güvenlik politikalarında bir çeşitlilik elde etmektir.
Rusya-Ukrayna savaşı sürecinde ortaya çıkan enerji kıtlığı her ne kadar fiyatların sert bir biçimde artmasına yol açmış ve petrol ihraç eden krallığın bütçesine büyük katkı yapmış olsa da bu durum gelip geçicidir. Şöyle ki Suudi Arabistan dünyadaki en büyük ithalatçı ülkelerden biridir. Artan emtia fiyatları krallığın ithalat faturasını da kabartacağı için petrolden elde edilen devasa paraların ülke ekonomisine katkısı sınırlı kalacaktır. İkinci olarak yüksek enerji fiyatları alternatif enerji kaynaklarına (solar, nükleer, rüzgâr vs.) yatırımı teşvik edeceğinden hidrokarbon tüketiminin azalmasına dolayısıyla da krallığın petrol rezervlerinin uzun vadede değerini yitirmesine yol açacaktır.
Özellikle son dönemde Avrupa’nın Rus gazına alternatif arayışlarının İran ve Katar’ı ön plana çıkarması ve Avrupa’nın enerji güvenliği vizyonunun İran-Batı yakınlaşmasına bir zemin teşkil edebilme ihtimali Riyad’daki endişeyi derinleştirmektedir. Geçtiğimiz yıl Irak’ın arabuluculuğunda başlayan İran-Suudi görüşmelerinin beklendiği gibi ilerlememesi de Suudilerin alternatif güvenlik arayışlarını teşvik etmektedir.
İki ülke ilişkilerinde son dönemde sağlanan ilerlemeye Türkiye açısından baktığımızda ekonomi başlığının önemli bir gündem maddesi olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin hedeflediği ihracat rakamlarına ulaşmasında ekonomisi hızla büyüyen Körfez bölgesinin önemli avantajlar sunacağı bir gerçek. Buna ilaveten son dönemde Türkiye’ye yabancı yatırımcı çekme isteği de Türk-Suudi ilişkilerindeki ilerlemeyi destekliyor. İçinde bulunduğumuz dönemde Suudi kamu fonlarının alternatif yatırım arayışları için Türkiye önemli bir güzergâh olabilir. Özellikle enerji fiyatlarının hızlı bir biçimde arttığı bir dönemde küresel enerji ihracatının lider ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan ile yakın iş birliği Türkiye’nin enerji güvenliğine önemli katkı yapabilir.
Arap Baharı sürecinde gerilen, Katar krizi ve Kaşıkçı cinayetiyle gerilim seviyesi zirveyi gören Türk-Suudi ilişkilerinde son aylarda ciddi bir iyileşme hamlesi ile karşı karşıyayız. Temelde her iki ülkenin ekonomi ve güvenlik alanında örtüşen bir ulusal çıkar setinin ilişkilerdeki bu iyileşme sürecini desteklediğini söyleyebiliriz. Türk-Suudi ilişkilerindeki gelişmenin seyri Türkiye’nin İsrail ve Mısır gibi ülkelerle gelişmekte olan ilişkilerini de olumlu etkileyecektir.