Suriyeli sosyolog, kıymetli hocam Ahmed Mazhar Sadu, Kahramanmaraş depreminde eşi, çocukları, gelini, torunlarıyla birlikte hayatını kaybeden kardeşi Muhammed Emin’i şu sözlerle anlatıyor:
“Kaybettiğimiz bu güzel ailede tüm dünyaya yetecek kadar sevgi, şefkat ve fedakârlık vardı.”
Muhammed Emin Sadu, oğlu Ahmed Baha’nın şehit edilmesinin ardından ülkesini terk etmeyi hiç istemese de eşi ve diğer çocuklarıyla birlikte Suriye’nin kuzeyindeki Eriha şehrinden Kahramanmaraş’a göç etmek zorunda kalmıştı. Güçlü bir imâna ve büyük bir Peygamber sevgisine sahipti. Hz Muhammed’in (sav) kabrini birçok kez ziyaret etmiş, hacca ve umreye gitmişti. Zulme boyun eğmezdi asla. İnancına yönelik hiçbir hakareti ve baskıyı kabul etmezdi. Yoksul olmasına rağmen daima kendinden daha zor durumdaki insanlarla paylaşırdı sahip olduklarını. Allah’ın arzı genişti, Kahramanmaraş’ta yeni bir hayat kurmaya çalışıyordu. Tek hayali, ailesiyle huzurlu bir şekilde yaşamak, evlatlarını okutmaktı. Ancak birkaç saniye içinde enkaz haline gelen o evlerden birinde, onu ve ailesini de kaybettik ne yazık ki…
Muhammed Emin Sadu ve ailesinin hikâyesini biliyoruz. Ancak onlarla birlikte bir çok başka Suriyeli aile de hayatını kaybetti. İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre depremde yitirdiğimiz 45.968 canın yaklaşık yüzde 10’u Suriyeli’ydi. Kahramanmaraş’ta, Hatay’da ya da Gaziantep’te enkaz altında kaldı binlercesi.. Zaten ağır yaralı olarak sığındıkları bu topraklarda, bizimle birlikte onların da evleri yıkıldı, aynı derin karanlığı ve korkuyu onlar da yaşadılar. Binlercesi de sınırın hemen öte yanında, Kuzey Suriye’de yakalanmıştı depreme. Ve sınırın iki tarafında aynı anda yükseliyordu “Allahuekber” sesleri.
Kahramanmaraş’ta, depremin 140. saatinde Türk kurtarma ekipleri tarafından yaklaşık 10 saat süren bir çalışma ile enkazın altından çıkarılan 27 yaşındaki Muhammed Habib, İnsan Suresi’nin ilk ayetlerini okuyarak dönmüştü aramıza. Üstü başı toz toprak içindeki Muhammed’in o tertemiz bakışları, hayatımız boyunca çıkmayacak kalplerimizden hiç şüphesiz.
Sanki bütün hikâyemizi özetleyen, tüyler ürpertici bir sahneydi bu. Türkler ve Suriyeliler olarak, tıpkı yüz sene önce olduğu gibi büyük bir ortak acının kurbanları olmuştuk yine. Bir savaş meydanının ortasında yan yana kalakalmıştık tekrar adeta.
Ellerimizi semaya doğru açarak ettiğimiz ortak dualarımızı, ortak sevinçlerimizi, ortak hüzünlerimizi, ortak hayatta kalma mücadelemizi… Şam’dan gelenin Çanakkale’de şehit düştüğü, İstanbul’dan gidenin Halep’te, İdlip’te son nefesini verdiği ve isimlerimizin yan yana duran binlerce mezar taşının üzerinde yazılı olduğu zamanlardan bu yana unuttuğumuz ne varsa hatırlatan bir andı.
Fransızlara karşı direnişin büyük kumandanı Yusuf el Azma’yı, Emir Şekip Arslan’ı, Mehmed Akif’i ya da Babanzâde Ahmed Naim’i… Mağrur birer bulut gibi geçmişlerdi gökyüzünden beraberce…
Tevekkül eden ancak pes etmeyen, yorulmayan ve dimdik ayakta durmaya devam eden soylu bir ruhu, ortak haysiyetimizi, ortak aklımızı hatırlatan bir andı. Bu yüzden inandığımız tüm değerler adına emin olduğumuz bir şey vardı ki; Suriyeli depremzedeye ağlamayan, bizim için de ağlayamazdı yürekten… Onların acılarına ortak olmayanın, bizimle de bir işi olamazdı. Onların kalbini kıran, bizim kalbimizi de paramparça ederdi. Onların haysiyetine uzanan her söz, bizim de haysiyetimiz üzerinde büyük bir tehdit oluştururdu.
Rahmetli Erdem Bayazıt şöyle söylüyordu Aşk Risalesi’nde:
“Haydi gel bir daha arayalım… Herkesin ve herşeyin uykuya vardığı bir vakitte…Gürül gürül bardaktan boşanır gibi yeryüzünü ve gökyüzünü… Dünyanın bu yüzünü ve öbür yüzünü… Geceyi ve gündüzü dolduran, yüreğimizi kuşatan o kitaptan okunanı…”
Haydi gel bir daha arayalım… Aynı enkazın altında birlikte kalmış ve gün ışığını birlikte görmüştük tekrar. Bu felaketin ardından yaralarımızı da birlikte sarmamız gerekiyordu.
Anadolu’da şöyle bir tabir var; Acıyı onurla sırtlanmak. Ninem gibi savaş görmüş yaşlılar çok söylerdi bunu. Arapça’da da benzer sözler var. Yani en büyük acılar karşısında dahi yıkılmamak ve haysiyetinden taviz vermeden hayata devam edebilecek gücü bulmak kendinde… Ortasında kaldığı enkazın içerisinde yeni bir hayata başlayabilmek. Gözyaşlarını silerek, becerikli ellerle çevresinde yıkılan, kırılan, dökülen ne varsa onarmaya çalışmak. Bahçesinden koparılan çiçeklerin yerine daha güzellerini dikmek örneğin… Evinin salonunu yeniden düzenlemek, sehpaların üzeri için elinde kalan son iplerle yeni danteller işlemek…
Ve bu duruma canlı canlı şahit oluyorduk bizler aslında 10 seneden fazla süredir. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun inançlarından vazgeçmemek, zulme boyun eğmemek ve bunu sarsıcı bir sadelik içerisinde yapmak yani acıyı onurla sırtlanmak nasıl olur gösteriyordu bize Suriyeliler. Zor şartlar altında nasıl ayakta kalınır, bunun dersini veriyorlardı bize adeta. Buraya hikayelerini yazabileceğim yüzlerce Suriyeli tanıdım böyle. Hepimiz tanıdık. Ve tanıdığımız her Suriyeli’de kelimenin tam anlamıyla çelik gibi bir iman ve dayanma gücü gördük.
Bugün başımıza gelen büyük felaket sonrasında 10 güzel şehrimizin enkazının orta yerinde ayakta durmaya ve yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Allah acılarımıza ortak olarak bize yaslanabileceğimiz en güçlü dağı verdi. İnsanlık tarihinin gördüğü en korkunç işkencelere, en ağır kimsayal silahlara maruz kalan Suriye halkını, bu imtihandan alnımızın akıyla çıkabilmemiz için yoldaş eyledi bize. Yeniden ayağa kalkabilmemiz için tutunabileceğimiz en sağlam dalı uzattı.
Ve şimdi bizler de Türkler ve Suriyeliler olarak, tüm çatlak seslere kulaklarımızı tıkayarak yani “Biz” olarak üstesinden gelebiliriz bu ortak acının. Ortak inancımız, değerlerimiz, kültürümüz ve tarihimiz üzerinden düşünerek tekrar inşa edebiliriz yıkılan ne varsa. Ellerimizi kanatarak kötü otlardan temizlemeye çalıştığımız bahçemize, hem Şam’ın yasemin çiçeklerini, hem de Anadolu’nun zeytin ağaçlarını dikerek kurabiliriz geleceği ancak…