Bir NATO zirve toplantısı daha geride kaldı. İngiltere’nin başkenti Londra’da buluşan NATO üyesi ülkelerin liderleri ittifakın gündemini meşgul eden soruları tartışıp ittifakın geleceğine dair fikir alışverişinde bulundular.
Zirve sırasında ve sonrasında ortaya çıkan görüntülere bakılırsa NATO üyeleri ortak tehdit algılarına sahip olma noktasından uzaktalar. Tarihinin belki de en gergin zirvelerinden birini gerçekleştiren NATO, Genel Sekreter Stoltenberg’in devlet adamlığı ve ihtiyatli liderliği sayesinde yine günü kurtarmış oldu. Zirve sonrası yayınlanan ortak bildiride kullanılan dil nerdeyse bütün üyeleri tatmin etmeye çalışan orta yolcu bir dil. Net ifadelerin kullanılmadığı, dileyenin istediği yöne çekebileceği esneklikte yazılan metin NATO’ya hakim olan kafa karışıklığını çok iyi yansıtmış. Metnin kısalığı ve derinlikten yoksun oluşu, daha önceki zirvelerin sonuç bildirileriyle karşılaştırıldığında, NATO’nun şaşkın halini şüpheye yer bırakmayacak şekilde gözler önüne seriyor.
Türkiye’nin beklentisi PYD terör örgütünün NATO tarafından da terör örgütü olarak kabul edilmesiyken, yayınlanan sonuç bildirisi muğlak bir şekilde terörün her türlüsüne karşı ortak hareket etme çağrısı yapıyor. Türkiye’nin beklentilerinin aksine ittifak Türkiye’nin tehdit algılamalarını paylaşmıyor ve S-400 krizinin çözümünü Türkiye’nin pozisyonunu değiştirmesine bağlıyor.
Amerika’nın beklentisi Çin’in NATO tarafından öncelikli tehditlerden biri olarak kabul edilmesiyken, sonuç bildirisinde Çin’in yükselişinin ve uluslararası ilişkilerinin ortaya çıkardığı fırsatlar ve zorluklar zikredilmiş ve üye ülkeler olabildiğince ortak politikalar geliştirmeye davet edilmiş. Amerika’nın Çin’e karşı benimsediği stratejik ve askeri bakış açısı Avrupalı müttefiklerin ekonomik bakış açılarıyla çelişiyor. ABD’nin bütün baskılarına rağmen Avrupalılar ABD ile Çin arasındaki topa pek girmek istemiyorlar ve mümkün olduğunca her iki süper gücü de idare etmeye çalışıyorlar.
Fransa’nın beklentisi Rusya’nın NATO’ya tehdit oluşturmadığının kabul edilmesiyken, genel kanı Putin Rusya’sının NATO’ya yönelmiş en önemli güvenlik tehdidi olduğu. Amerika’nın coğrafi konumu ona Rusya karşısında daha şahin politikalar izleme imkanını tanırken aynı kıtada yan yana yaşıyor olmaları Avrupalıları Rusları anlamaya ve onlarla iyi geçinmeye zorluyor.
Amerika, Avrupalı müttefiklerinden ulusal bütçelerinin en az yüzde ikisini askeri harcamalara ayırmasını isterken, Almanya başta olmak üzere ittifakın birçok üyesi hala bu oranın çok altında harcama yapıyor. Avrupalı halkların çoğu kendilerini dış güçlerden kaynaklanan yaşamsal güvenlik tehditleri altında hissetmiyorlar.
Zirve öncesinde Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” derken bir yandan Amerika’nın liberal uluslararası dünya düzenine olan bağlılığının azaldığını diğer yandan da Avrupalı müttefiklerin kendi güvenlik çıkarlarını bundan böyle daha çok Avrupa Birliği’nin kurumsal çatısı altında gerçekleştirmeleri gerektiğini ima ediyordu. Fakat zirve toplantısı sırasında açıkça görüldü ki ne Trump Amerikası ne de kendilerini Rusya’dan kaynaklanan güvenlik tehditleri altında hisseden Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri Makron’un gözlemlerine katılıyorlar. Önceki söylemleri dikkate alındığında ABD Başkanı Trump’ın NATO’nun öneminin ve gerekliliğinin altını çizmesi dillerde garip bir tat bırakmış gibi. Gelmiş geçmiş ABD Başkanları arasında NATO’nun gerekliliğini en fazla sorgulayan Trump’ın Macron’un dikkat çeken tespitleri karşısında kendini NATO’yu savunur durumda bulması gerçekten ironik bir tutum.
Bir NATO zirvesi daha geride kalırken, ittifakın geleceğine dair dile getirilen kaygılar hala geçerli. Soğuk Savaş döneminin aksine müttefikler arasında ortak tehdidin ne olduğuna dair oluşmuş bir uzlaşı yok. Amerika ve ittifakın eski komünist ülkeleri Rusya’yı tehdit görürken, Almanya ve Fransa Rusya’yla olan ekonomik ve stratejik ilişkilerini geliştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. İttifakın Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri göç olgusu ve ulusaşırı terörizmi kendileri için en önemli güvenlik tehditleri olarak görürken, Kuzey Avrupa’da yer alan müttefiklerin çoğu adeta post-modern bir cennette yaşamaya devam ediyorlar ve iklim değişikliği gibi çevresel sorunları ön plana çıkarıyorlar. İttifakın en güçlü ülkesi ABD stratejik ilgisini her gecen gün Pasifik bölgesine kaydırırken, Avrupalı müttefikler ABD elini ayağını Avrupa kıtasından çekerse ne olurun derdine düşmüş durumdalar.
ABD, Avrupalı müttefiklerinden bir yandan güvenliğe daha fazla kaynak ayırmalarını isterken, diğer yandan da Avrupalı üyelerin NATO’dan ve dolayısıyla da ABD’den bağımsız güvenlik yapılanmaları ve yetenekleri oluşturmasını istemiyor. Beklentisi Avrupalı müttefiklerin NATO’nun çatısı ve ABD’nin stratejik liderliği altında kalmaya devam ederek güvenlik ve savunma imkânlarını iyileştirmeleri.
Yukarıda bahsedilen görüş ayrılıkları ve içsel tutarsızlıklar yetmezmiş gibi bir de NATO’nun üzerine oturduğu ortak siyasi değerlerin giderek zayıfladığını görüyoruz. Liberal demokratik değerlerin ivme kaybettiği günümüzde illiberal, popülist ve milliyetçi akımlar NATO içinde de taraftar buluyor artık. Küreselleşmenin sorgulandığı ve içe kapanmacı reflekslerin güçlendiği son yıllarda NATO’dan küreselleşmenin ve evrensel değerlerin koruyuculuğunu yapmasını beklemek çok zor.
Her geçen gün daha görünür hale gelen çok-kutuplu dünya düzeninde birçok ülke gibi NATO üyeleri de çok-taraflı ve çok-boyutlu dış politikalar takip ediyor. NATO gibi ikili zıtlıklar üzerine bina edilmiş, net ‘dost ve düşman’ tanımlarına sahip ortak savunma örgütlerinin bu çağda yaşayabilmeleri durmaksızın dönüşmelerine ve esnemelerine bağlı. Devamlı dönüşen ve esneyen bir NATO’nun ise ne kadar askeri güvenlik örgütü ne kadar siyasi bir konuşma kulübü olduğu belirsizleşiyor.
1952’den bu yana NATO’nun üyesi olan Türkiye’nin yapması gereken NATO’nun bu esneyen ve devamlı şekilde dönüşen kimliğini verili kabul edip kendi ulusal güvenliğini çok-taraflı ve çok-boyutlu politikalar yoluyla sağlamaya devam etmesidir. Günümüz NATO’sundan çok fazla şey ummak ne kadar yanlış olursa müttefiklere kızıp NATO’yu terk etmek de o kadar yanlış olur. Yapılması gereken NATO içinde kalıp ittifakın politikalarını içeriden etkilemeye çalışmak ve üye ülkelerle olan diplomatik kanalları her daim açık tutmak olmalıdır.