lBireysel kalıtım “genotip”; toplumu meydana getiren fertlerin genel kalıtsal tablosu da “gen havuzu” kavramlarını karşılıyor. Hani basitçe bir fezleke sentezlemek gerekirse; aile ve akrabalık delilindeki mutalardan biri genotip oluyor. Hangi toplumun coğrafî ve kültürel kodlarına yatkın olduğumuza dair bir paradigma oluşturacak olsak burada da gen havuzu verilerine selâm vermek icap edecektir. Peki, bu akademik dizilimli ama mecazî irtibatları da barındıran lisanı birkaç satırlık dinlenmeye alalım ve şöyle söyleyelim: İlk aidiyet aile, hemen ardı sıra kenetlenen ontolojik kökler de toplum/millet olarak özetlenebilir. Bir aileye ve bir topluma aitiz. Ve bunlar, bilimsel bir mertebede çeşitli terimler aracılığıyla delillendirilebiliyor. Tabii sadece fizyolojik ve biyolojik hissedarlar değiliz. Bir kültür, coğrafya ve geçmişten çağa aktarılan farklı kodlamalar da var. Hani sâfi fiziksel karaktere indirgenen bir ırk birliği teşhis etmek çok yüzeysel kalır. Kafatası kemiklerinin uzunluğuna, genişliğine bakarak da bir aidiyet ve ayrışma dizelgesi hazırlanabiliyor ama insan bir kemik yığını ve et parçası olmaktan fazlasını ifade ettiğinden, yaşadığı bölgenin coğrafî yetkileriyle nasıl bir uyum sergilediği, topluma ne kattığı ve toplumdan ne aldığı, sanatsal ve kültürel ayak izlerinin derinliği gibi değerlerin ölçümü, millî temayülleri ve tarihçeyi belirlemede, baz alınması gereken ilkler arasında sayılıyor.
Mevzunun bu sürümünde insanlığa mugayir bir cümlecik bulunduğunu zannetmiyorum. Hem ilmî hem aklî hem de vicdanla zıtlaşmayan bir malumat istifi olarak pekâlâ her fikre sırlanabilir. Tabii şimdi varmış olduğumuz bu dört yol ağzından sonra farklı menzillere varışın yan etkileri hususunda garanti vermem mümkün değil. Çünkü kalbime yük olan aslî marazlar, tam da kollara ayrılan yolun kavşağında nüksediyor.
İnsanın bir ırka, millete ve tarihe sahip ve ait olması, varlığın ve ferdî kimliğin ne raddede kıymetli olduğuna delildir. Ama işin bir başka boyutu var ki; kıymetli bir mücevheri, yanmaya bile elverişsiz bir kömüre dönüştüren yanılgılar içindeyiz. Tıbbî bir benzetme ile “non-steril” bir mekânda fikir dünyamızı ameliyat etmiş olmalılar ki; fikirlerin ve kanaatlerin yoğurduğu hissedişlerimiz bile kötücül mikroorganizmalarla enfeksiyona uğramış durumda. Yazık ki; millî ve toplumsal değerler, aidiyetlerimiz ve fizyolojik, sosyolojik, kültürel, coğrafî değerlerimiz, “ırkçılık” hastalığında hücresel enflamasyona uğradı. Bu içsel yozlaşma, ne kadar ulvî hissediş varsa zamanın sahte aydın(!)lığında karanlığa mahkûm edildi. Irkî kategoriler, millî duygular, toplumu kenetleyen pasajlar; “ırk üstünlüğü” ya da “ırk ayrımcılığı” gibi revizyonlarla anlam düşüklüğüne uğradı. Millet olma, milliyetçilik ve ulusal kompozisyonların her biri yüce ve kıymettar cevherlerken; bu ıstılahları nefretle, kinle ve ayrımcılıkla yoğuran, yedek parçası Batı’dan devşirme zihinlerle nüvesini kaybetti.
Bir de işin en fıtrî ve ahlâkî boyutuna değinelim. İnsan aitse evvela kendini Yaratan güce aittir. Zira Allah-u Teala mutlak varlıktır, daha doğrusu yegâne mutlak varlık Yüce Rahman’dır. O’nun var olması hiçbir kaynağa dayanmamakta, ama yarattıkları, Allah’tan gayri her şey var olmak için O’nun varlığına muhtaçtır. İnsan muhtaç varlıktır. Muhtaç olduğu kudrete aittir. Ve o kudret her şeyi yaratan Allah (cc)’tır. Öyleyse ilk aidiyet budur. Ve Allah-u Teala insanı âlemde de birbirine bağlı ve birbirine muhtaç; başka bir deyişle birbirine ait yaratmıştır. Aile, toplum, tarih, kültür ve medeniyetler de bu yaratıcı kudret eliyle var edilmiştir. İnsan sebeplere de muhtaçtır; zira var olduğu coğrafyaya, topraklara, iklime, millete ve hatta çevre toplumlara ve yakın coğrafyalara kadar sebeplerle donatılmıştır. Tüm bu sebepler bireyin etkileşim alanıdır. Bunlar ne bir tercih ne de bir taleptir. İnsan bunları talep etmezden evvel Allah tarafından bahşedilmiştir ve insana bunları tercih etme salahiyeti verilmemiştir.
Öyleyse tercih skalamızda bulunmayan ya da cüzi irade ile yeri değiştirilemeyen bütün bilgiler, bizi muhtaç ve ait yapmaktadır. Irk da bunlardan biridir ki; insan kendi fiziksel özelliklerini derleme bir koleksiyondan seçmemiş, ailesini toplumlar arasından eliminasyon ile saptamamış ve bulunduğu, doğduğu coğrafya ve topluma ön analizle karar vermemiştir. Yaradanın var ettiği kâinatta, ona ait olduğumuz şu zeminde ve mekânda, zorunlu olarak bağlandığımız zaman parçalarına hiçbir müdahalemiz olamayacağından, ait olduğumuz ırk ve millet “sevgi, gurur, saadet, birlik, aşk” gibi duyguları beslediğinde bu şükre girer; ama bu ırk bilgisi ile büyüttüğümüz hissedişlere “nefret, kibir, öfke, ayrımcılık ve kin” gibi şeytanî kavramlar eklendiğinde, bu isyana, şirke, harama meyletmektir. Peygamber Efendimiz de (sav) ırkçılığın âdeta insanın mahvına gidişi olduğunu ifade eden hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır. “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen bizden değildir.”
(Ebû Dâvûd, Edeb)