Müslüman toplumların yaşadığı sosyal, siyasal ve ahlaki sorunların, uğradıkları haksızlıklar karşısında etkisiz kalmalarının temelinde Müslümanların kardeşliği mefhumunun Batı kaynaklı ulusçuluk ve ırkçılıkla zehirlenmiş olması yatar. Gazze’de yaşananlar, geçmişteki daha pek çok örnek gibi bu hakikati bize tekrar tekrar hatırlatmaktadır.
Irkçılık rüzgârına kendini kaptırmış insanların en yakınlarındaki azınlıklara, zayıf ve savunmasızlara yönelmiş öfke ve şiddetinin arttığına tanık oluyoruz bugünlerde. Sayıları arttıkça, cehaletten mürekkep siyasal cesaretleri daha da görünür oluyor. Bu ırkçı akını durdurmak iddiasıyla öne çıkan özgürlükçü insanlık ülküsü ise hiçbir dini ve milli değeri dikkate almayarak insan fıtratının ve toplum bütünlüğünün geri dönülmez biçimde iğdiş edilmesine yol açıyor.
İSLAM IRKÇILIĞI REDDEDER
İslam ırkçılığı kesin bir dille reddeder. İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü. İyilik ve kötülük tarifleri arasında böyle bir şart yoktur. 18. yüzyılda Avrupa’da doğan ve yüzyıl sonra kapımıza dayanan modern “ulusçuluk” bireyin mutlak bir değeri olmadığını vaaz eder. Birey ancak ulusunu temsil ettiği ölçüde itibar görebilir. Bu soyut ulus mefkuresi yalnızca bireyin değil, ailenin ve insanlığın da üstünde yer alır.
Ulusalcılık, dinin rehber olmaktan çıkarılmasıyla toplumda oluşan amaçsızlık ve dağınıklığı, vatandaşlık temelli bir bağın ve müşterek bir hukukun toparlayacağını varsaymıştı. Dini taklit ediyordu bir bakıma. Din kardeşliğinin yerini ulus kardeşliği, dini hukukun yerini ise laik modern hukuk almıştı.
Liberalizm, milliyetçiliğin ırkçılığa dönüşme ihtimali sorununa karşı birey haklarını toplumun ve hatta ailenin önüne geçirerek bir çözüm üretmeye çalışmış fakat bu kez de insanları bir arada tutan bağların zayıflamasına veya kesilmesine yol açmıştır.
Bu iki ideolojinin tam karşısında yer aldığı iddiasındaki sosyalizm ise muhayyel bir insanlık ve ideal toplum fikriyle dini, milli, ailevi tüm bağların önemsizleştiği mekanik, gayrı tabii bir düzen önermiştir. Hasılası; bir avuç parti liderinin yönettiği, kararları sorgulanamayan totaliter bir devlet olmuştur.
İNSANLIĞI SEVMEK AMA İNSAN SEVMEMEK
Dünyevi ideolojiler insan hayatına bir anlam vermekte hakikatten uzak ve muvazenesizdirler. Evrensellik iddiaları boştur. Evrensellik, “tüm varlık aleminde değişmez, doğru ve geçerli” anlamında ancak bu, kainatın Yaratıcısının kudreti dahilindedir. Peygamberler vesilesi ile vahiy göndermesi, insanın kendi kısıtlı aklı ve kabiliyeti ile düştüğü çıkmazları aşması içindir.
Günümüz ütopyaları; insanın dünyadaki bulunuş gayesi ve yerini; vahyi reddederek izah edebilecekleri iddiasındadırlar. Oysa; doğduğumuz aileyi ve yaşadığımız toplumu sosyalizm ve liberalizmde görüldüğü üzere, tesadüfi ve önemsiz saymak veya ırkçılık ve faşizmde olduğu üzere, asli ve kati saymak insanın varlık problemine çare olamamış, vahim bir aşırılığa yöneltmiştir toplumları.
İslam’da ırkçılığın olmayışı, modern pek çok İslami hareketi sosyalist veya liberal düşünceden mülhem ütopyacı bir evrensellik hayaline sürüklemiş, bir yandan soyut bir İslam birliği için çalışırken içinde yer aldıkları millete yabancılaşmışlardır. Meşhur bir deyiş vardır; “İnsanlığı sevmek ama insan sevmemek”. Batıdan ithal ütopyacı tüm ideolojilerin bir şekilde bu yabancılaşmadan payını aldığını söyleyebiliriz. Eksik olan insanın hakikatidir ve bu en güzel şekilde Kur’an’da izah edilir. İslam’ın bakışı, insanlık için vasat olandır.
AİLE MİLLET OLMANIN YAPI TAŞIDIR
“Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının” (Nisa, 1)
İnsan, ancak bir başka insanla ünsiyet kurarak insan olur. Söz konusu ünsiyet aile ile başlar, yakınlarla çeşitlenir, dost edinilen arkadaşlarla zenginleşir, içinde yaşanılan toplumla rüştünü ispat eder ve inanç birliği ettiği diğer milletlerle kaynaşarak kemale erer. Cenab-ı Hak, müminlerin içinde yaşadıkları toplumdan kopmalarını, özellikle yakınlarıyla ilişkilerini aksatmalarını istemez. İnsanın akrabaları ve daha geniş manada kavmi, ferdin hak ve sorumlulukları bağlamında İslam hukukunda önemli bir yer tutar bu yüzden. İslam kardeşliği soyut bir ideal değil, tabii bir gelişmenin meyvesidir.
“Daha sonra iman edenler, hicret edip sizinle beraber cihat edenler, işte bunlar da sizdendir. Aralarında rahim bağı(kan bağı) bulunanlar Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Enfal / 75)
Millet olmanın bir nişanesi olan cuma hutbesi sonunda okunan Nahl Suresi'nin 90. ayetinde, adalet ve iyilikten hemen sonra akrabaya yardım emredilmiştir. Adalet ve iyiliğin toplum sathına yayılması için başlangıç noktasıdır yakınlarımız.
“Demek işbaşına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? Onlar Allah’ın lânetleyip sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed / 22-23)
İslam fakihleri ittifakla, bu vb. ayetlerden akrabaların ilgilenme, yardım ve dayanışmada önceliği olduğu hükmüne varmışlardır. Aile ve akrabalığın önemsenmemesi münafıklık alameti sayılmıştır. Bu bağın getirdiği karşılıklı sorumluluk, o da miras gibi sınırlı alanlarda, bir şartla düşer; bahse konu yakının İslam’dan yüz çevirmesi.
BİR VÜCUDUN AZALARI GİBİYİZ
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim’de, bizleri yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm müminlerle kardeş ilan etmiştir. Müslüman olarak yaptığımız ibadetler ve zikirler hep bu minval üzeredir.
Dinin direği sayılan namaz ibadeti eda edilirken kıyamda Fatiha Suresi’ni okur ve “hidayetle şereflenip sırat-ı müstakimden ayrılmayanlar”dan olmak istediğimizi izhar ederiz. Namazda otururken okuduğumuz tahiyyat duasında, önce Peygamber’e (sav), sonra kendi cemaatimize ve daha sonra tüm salih kullara esenlik dileriz. Son oturuşta ise, Allah’tan kendimiz ve ailemizin yanı sıra diğer müminlerin de kurutuluşunu niyaz ederiz. Müslüman olarak içinde yer aldığımız, zaman ve mekanı aşan manevi bir bağdır bu. Hz. Peygamber’in (sav) belirttiği üzere “Bir vücudun azaları gibiyiz”; biz ailemizin, ailemiz milletimizin, milletimiz ümmetimizin bir cüzüdür.
Bugün Müslüman toplumların yaşadığı sosyal, siyasal ve ahlaki sorunların, uğradıkları haksızlıklar karşısında etkisiz kalmalarının temelinde Müslümanların kardeşliği mefhumun Batı kaynaklı ulusçuluk ve ırkçılıkla zehirlenmiş olması yatar. Bu haliyle İslam dünyası, dünyaya yön ve nizam vermek isteyen “Birleşmiş Milletler”, “Amerika Birleşik Devletleri”, Avrupa Birliği” gibi çeşitli millet ve devletlerden müteşekkil, Batı patentli çok uluslu yapılar karşısında çok kolay bir lokma olmaktadır. Bugün Gazze’de yaşananlar, geçmişteki daha pek çok örnek gibi bu hakikati bize tekrar tekrar hatırlatmaktadır.