Doç. Dr. Muhammet Arslan
“Allahım! Şu yeni hilali bize iman, İslam, güvenlik, bereket ve esenlik içinde mübarek eyle.
Ey hayır ve rüşd hilali!
Senin de bizim de rabbimiz Allah’tır,
bize hayır ve uğur getir”.
Hz. Muhammed (SAV)
Dünya; Museviliği Mühr-ü Süleyman, Hristiyanlığı haç, İslamiyet’i ise hilalle bilir. İç içe geçmiş iki üçgenden oluşan Mühr-ü Süleyman ruh ve vücudun birleşmesini ifade ederken, haç Hristiyanlar için Hz. İsa’nın çarmıha gerilişinin hatırasını yaşatır. Hilal ise en derin manasıyla Allah’ın nurudur; ister gökyüzünde parıldayan bir ay, isterse yeryüzünde ışıldayan bir alem olsun.
“Haykırmak”, “parlamak” ve “sevinmek” gibi anlamlara sahip olan hilal, ışığını güneşten alan ayın dolunay öncesi ve sonrasındaki yay şeklini ifade eder. Ayın tarih öncesi çağlardan itibaren zaman ölçüsü olarak kullanılması, bu devirlerden itibaren kutsallaştırılmasına
sebep olmuştur. Hatta birçok topluluk ayı tanrı olarak kabul etmiş ve bu manada birçok mit türemiştir. Benzer şekilde Türk mitolojisinde de “hakanlık veya boy sembolü” gibi inanış şekillerinin olduğu söylenebilir.
Kur’an-ı Kerim’de ise ayın insanlar için kolaylaştırıcı bir hizmete memur edildiğinin bildirilmesi, hilalin İslami görünüşle sahiplenilmesini sağlamıştır. “Yeniden Doğuş”u tanımlayan hilalin İslam dünyasına sembol olması yedinci yüzyıla rastlar. Bu dönem daha çok sikkeler ve kalkanlar üzerinde görülen hilal motiflerinin mekânlara yansıması ise on birinci yüzyılın ortalarına denk gelir. Bu durum Haçlı Seferleri’yle doğrudan ilintilidir. Haçlı şövalyelerin kalkanlarında “koruyucu” unsur olarak kendine yer bulan haça karşılık, İslam ordularının kalkanlarında yine “koruyucu” algısı taşıyan hilal sembolizminin varlığı bu anlamda kayda değerdir.
Hiç şüphesiz, gökyüzündeki hilalin mekânlara düşüşü cami ve minareler ile somutlaşmıştır. Bu manada cami mimarisine yansıyan Anadolu’daki ilk hilal, Ani’nin Ayasofya’sı olarak tanımladığımız Ani Katedrali (Fethiye Camii-Sultan Alparslan Camii)’nin kubbesinde karşımıza çıkar. Ortaçağ kaynaklarının ifadesiyle, 16 Ağustos 1064 günü Sultan Alparslan eliyle fethedilen Ani’deki en büyük kilise camiye çevrilmiş ve kubbe tepesindeki haç indirilerek yerine hilal konmuştur. Daha sonra bu hilal Ahlat’tan getirilen başka bir altın hilalle değiştirilmiştir. Benzer bir uygulama Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye atfedilir; Haçlılar tarafından Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra’nın kubbesine dikilen altın haç, 1187 yılındaki fetihle birlikte hilalle taçlandırılmıştır. Ortaçağ’daki bu uygulamalar, hiç şüphesiz hilal sembolizmini kuvvetlendirmiş ve aynı zamanda haç ile karşıt bir durum oluşmasına katkı sunmuştur.
Ani örneğini bir kenara koyarsak, hilalin sembol olarak Anadolu mimarisindeki erken kullanımları Selçuklular ile başlar. Divriği Ulu Cami (1229), Konya İnce Minareli Medrese (13. yüzyıl ortaları) ve Erzurum Çifte Minareli Medrese (13. yüzyıl sonları) gibi Selçuklu mimarisinin nadide örneklerinden olan anıtsal yapıların özellikle taçkapılarında kabartma olarak işlenen hilal motiflerinin sembolik algıları belki eski Türk inanç köklerinde aranabilir, ancak hilalin İslami kavramlar içinde algılanışı Osmanlı mimarisiyle zirveye ulaşmıştır. Tabiri caizse, hilal Osmanlı sanatı ile birlikte İslam’ın küresel bir sembolü haline gelmiştir.
Hilalin cami kubbelerinde bir alem gibi kendine yer bulması, kubbe sembolizmiyle doğrudan bağlantılıdır. Nitekim İslam mimarisinin ilk örneklerinden başlayarak klasik Osmanlı mimarisinde en olgun evresine ulaşan kubbeler, salt mimarlık bağlamı üzerinde değildir. Kubbeler; bir yandan hilal formlu alemleriyle gökyüzünden yeryüzüne bir mesaj iletirken, öte yandan altında bulunan cemaati bir mekân altında toplayarak gökyüzüne, yani yaratıcıya açılan bir pencere algısına sahiptir. Bu durum hiç şüphesiz kubbe ve haç birleşimiyle Hristiyan mimarisi için de geçerlidir. Kilise kubbelerinin gökyüzüne bakan dış yüzleri birer haçla sembolleştirilirken, iç yüzeylerinin sol eliyle Kitab-ı Mukaddes, sağ eliyle de takdis işareti yapar halde Tanrılaştırılmış İsa (Pantokrator İsa) tasvirleriyle süslü olması aynı algıya hizmet eder. Osmanlı devrindeki cami kubbeleri ise sanki Hz. İsa’yı Tanrılaştıran Hristiyan sanatına mesaj verircesine çok anlamlı bir şekilde karşımıza çıkar. Öyle ki, özellikle başkent İstanbul’daki klasik devir Osmanlı camilerinin kubbe içlerinde Nur Suresi’nin 35. ayeti yazar: “Allah, göklerin ve yerin nurudur”. Bu ince çizgi, Hz. İsa’yı Tanrılaştıran Hristiyan sanatına verilen en gerçekçi yanıttır. Bu gerçeklik Hz. Muhammed (SAV)’in hilale seslenişiyle birbirini tamamlamaktadır: “Ey hayır ve rüşd hilali! Senin de bizim de rabbimiz Allah’tır”.
Böylelikle ışığını güneşten alarak yeryüzüne yansıyıp cami kubbelerine alem olan yarım yay şekilli hilal, hemen altındaki Nur Suresi ile birbirini tamamlamış olmaktadır. Bu, gökyüzünden yeryüzüne, tekrar yeryüzünden gökyüzüne ulaşan ilahi bir mesajın sembolleşmiş halidir.