Son dönemde yaşanan gelişmeler aklımıza hep bu soruyu getiriyor. Güç mü yoksa hukuk mu? Hızla değişen konjonktür, güçlü olanı haklı duruma getirdi. İlginç olan şu ki, uluslararası sistem, bu uluslararası hukuk ve demokrasi değerlerini ortaya atan kurucular ve savunucular tarafından etkisizleştirilmiş durumda. Güvenliği askeri güç temelinde değerlendiren bir yaklaşımın yeniden hakim olduğu bu ortamda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Güçlü olmalıyız” sözleri sadece ülke içinde değil, dünya medyasında ve yönetimlerince genişçe tartışıldı. Kimileri bu sözleri tehdit olarak algılarken, kimileri Türkiye’yi örnek alarak kendi gücünü arttırma yoluna düştü.
ULUSLARARASI HUKUK ÇÖKÜYOR
SSCB’nin yıkılışıyla oluşan tek kutuplu ve günümüzde yıkılmaya yüz tutmuş sistem içerisinde, başta ekonomi olmak üzere hukuk, sağlık gibi birçok alanda uluslararası kurum ve yapılar oluşturuldu; dünya ticareti için kurallar vs. geliştirildi ancak başta Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesini kuranlar kendilerinin koydukları kuralları, birçok uluslararası sistem unsurlarını yine kendileri, kendi çıkarları için hiçe saydılar.
Hukuka dayalı bir ortamın oluşması ve buna tekrar güvenilmesi çok uzun yıllar alacak. Çünkü artık büyük bir güven kaybı oluştu. Batılı ülkeler, Doğuya, Asyalılara on yıllarca küresel sistemin kurucusu, uluslararası hukukun vs. savunucusu olarak gösterildi ama şimdi tüm bunların sadece kendi çıkarları için yapıldığı tüm çıplaklığıyla görüldü.
HERKES KENDİ BAŞININ ÇARESİNE BAKSIN
Kendi savunma güçlerini kurmaya çalıştıkları her seferde “NATO hepimize yeter.” denilerek engellenen Avrupa ülkeleri, Rusya-Ukrayna savaşının cereyan etmesiyle endişeye kapılarak silahlanma yoluna giderken ABD’deki olası iktidar değişikliği karşısında ise iyice paniklediler. ABD’nin yardımı olmadan savunmasız kalacaklarını anlayanlardan kimileri olası Trump zaferi karşısında neler yapılacağını ele alan kriz konseyleri oluştururken, kimileri ise Batı dışındaki ülkelerde askeri müttefiklik arayışına girişti. Londra merkezli The Economist dergisi ise “Trump’ın ikinci döneminden en çok hangi ülkeler etkilenecek?” sorusunu araştırdı. Zira ticaret, göçmen konularındaki sert çıkışlarıyla bilinen eski Başkanın yeniden iktidara gelmesi durumunda birçok ülkenin “güvenliğinden sorumlu olan” ABD’nin yapacağı askeri yardımların “daha şartlı hale gelmesi” muhtemel olup müttefiklerini kendi savunma harcamalarını artırmaya zorlayacaktır.
The Economist’in kardeş şirketi EIU tarafından geliştirilen ve “Trump risk endeksi” olarak adlandırdığı sıralama, ülkelerin ticaret, güvenlik ve göçle ilgili Amerikan politikalarına maruz kalma durumuna dayanıyor. Buna göre, ABD’nin komşuları Latin Amerika ülkelerinden (Meksika ve Kosta Rika) sonra üçüncü sıradaki Almanya, tüm NATO müttefikleri arasında en yüksek riske sahiptir. Trump’ın ilk döneminde 12 binden fazla ABD askerini Almanya’dan çekmek istediği ve ülkenin savunma harcamalarının düşük olmasını eleştirdiği (NATO üyelerinin GSYİH’nın en az yüzde 2’sini harcaması gerekiyor) hatırlanırsa, olası ikinci dönemde Trump, müttefiklerini kendi savunma harcamalarını artırmaya zorlamanın bir yolu olarak Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltmakla tehdit edebileceğine dikkat çekiliyor. Bu bağlamda uluslararası güvenlik konusunda Trump’ı tehlikeli görenler, Paris İklim Anlaşmasını hatırlatarak (Trump’ın çıkardığı ABD’yi Biden yeniden taraf yapmıştı.) Trump’ın NATO’dan ayrılabileceğinden veya askeri ittifakı önemli ölçüde baltalayabileceğinden endişe ediyorlar. 5 Kasım’ın, hem ABD vatandaşları hem de müttefikleri için belirleyici bir gün olabileceğini vurgulayan bu araştırma, aslında ABD’nin müttefikleri ile ilişkilerinden ziyade “Herkes kendi başının çaresine baksın” mesajını da içeriyor.
ERDOĞAN: GÜÇLÜ OLMAK ZORUNDAYIZ
Yukarıdaki NATO müttefiklerinden farklı olarak İttifak ülkesi olup da kendi güvenliğini kendisi sağlayan ve dünya sıralamasında 8. olan Türkiye ise günümüzde bu doğru politikalarının meyvelerini almaya başladı. İşte Erdoğan’ın güç vurgusunun altında yatan sebep tam da budur. Bu mesajın içeriğinin açıklaması da şudur: Küresel sistem sadece güçlü olana tolerans gösterir ve dikkate alır. Azerbaycan’ın haklı davasına vurgu yapması da bu anlamda önemli idi. Zira Bakü güçlü olduğu için topraklarını geri alabildi.
Tabii Erdoğan’ın bu sözlerini tehdit olarak algılayanlar da vardı. ABD’yi arkasına alan İsrail’in Dış İşleri Bakanı, Erdoğan’ın fotoğrafını, ABD’nin uydurma sebeplerle işgal ettiği ve egemen Irak’ın devirdikleri meşru liderinin fotoğrafı ile yan yana koyarken “O zaman nasıl ki hukuk ve demokrasi, insan hakları ayak altına alındı, yine deneriz.” mesajını veriyordu dünyaya. Belli ki, Irak örneğindeki bariz uydurma sebebinin dışında ABD başka ülkeleri işgal etmek ve/veya parçalamak istediğinde farklı yollara başvuruyor. ABD, demokrasinin olmayışı, insan haklarının ihlali söylemleriyle ülkelere müdahale ediyor veya müdahaleye açık hale gelmesi için çabalıyor: Eylemleri ülkelerde iç karışıklığa neden oluyor veya ekonomik yaptırımlarla halkını zor durumda bırakıyor. Yine de Orta Doğu’yu kan gölüne çevirenler Kuzey Kore’ye müdahale edemiyor. Yani bu güç odaklı bir sistem, ki buna herkesin hazırlıklı olması lazım.
Bu bağlamda küresel güçlerin hukuk ve adalet sistemini kendi çıkar ve menfaatleri için işlevsiz hale getirmeleri, Filistin olayı ile birlikte yaşanan ikiyüzlülükler, Erdoğan’ın daha adil bir dünya mümkün söyleminin ancak güçlü olup güç kullanarak mümkün olabileceği tespitinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak, ancak güçlü iseniz adil bir dünya mümkündür…