İsrail’in 7 Ekim’den itibaren taş üstünde taş bırakmayacak şekilde Gazze’yi bombalaması ve binlerce masum sivili katletmesi, soy-kırım ile beraber bir mekân ve hafıza kırım operasyonudur. Bilindiği üzere şehirler uzun tarihleri, kültürel mirasları ve sembolleriyle ortak hafızanın oluşumuna hizmet ederler. Gazze’ye atılan bombalar, tarihi binaların, anıtların ve diğer kültürel mirasın yok olmasını da beraberinde getiriyor.
İsrail’e göre Filistin toprağı, tarihsel ve varoluşsal olarak İsrailoğulları’na aittir. Bu tezden hareketle İsrail, kendi tarihsel ve varoluşsal temellerini referans alarak Filistin topraklarını kendi devletinin bir parçası olarak görmektedir. Uluslararası hukuk açısından hiçbir savunulur tarafı olmamasına rağmen İsrail, tarih boyunca bu bölgede var olan antik İsrail Krallığı’na dayanarak, bu toprakların tarihsel olarak Yahudi halkına ait olduğunu savunmakta ve politikalarını bu düstura göre belirlemektedir. Bu bağlamda İsrail, Filistin toprakları üzerinde Yahudi etnik kimliğine dayanan ulusal bir devlet kurmaya çalışmaktadır.
İşin ilginç tarafı, bu durumun İsrail tarafından tarihi bir hak olarak kabul edilmesidir. İsrail’in 1948’de bağımsızlığını ilan etmesinden günümüze bu anlayış çerçevesinde hareket ettiği bilinen bir gerçektir. Özellikle Filistinli Araplara uyguladığı soy-kırım, mekân-kırım ve bellek-kırım yöntemleriyle Filistin’in küresel tarih içerisindeki yerini değiştirme çabası içerisindedir. Zira bu politikaların nihai amacı, Filistin’deki Filistinli ve İslam kimliğini tüm yönleriyle hafızadan silip yok etmektir. Bundan dolayı İsrail’in politikaları hem dogmatiktir hem de deterministtir.
İsrail’in tüm bu hedeflere ulaşabilmesinin yolu Batılı güçlerin desteğinden geçmektedir. Bunun farkında olan İsrail hükümetleri Batı dünyasını Filistin’e karşı tek bir topluluk haline getirebilmek için yıllardır yoğun bir mesai harcamaktadır. 11 Eylül 2001 saldırılarından bugüne İsrail’in başta Hamas olmak üzere Filistin’deki direniş örgütlerini uluslararası topluma “terör örgütleri” şeklinde takdim etmesinin bir nedeni de yukarıdaki amaçtır. Böylece İsrail bir taraftan Batı toplumlarının Filistinlilere yönelik desteğini ve sempatisini sonlandırabilmek diğer taraftan da kendi yayılmacı ve işgalci politikalarına meşruiyet kazandırabilmek adına Filistinlileri terörist ilan etmeyi, 11 Eylül’ün sağladığı uluslararası konjonktürde uygun bir tercih olarak değerlendirmiştir.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum. İsrail’in orta vadeli planı, tüm Filistin’e yayılıp bu ülkeyi tamamıyla ele geçirmektir. İsrail zaten Filistin toprakları üzerinde kurulmuştu. Bu kuruluş nedeniyle Filistinlilerin büyük bir kısmı zorla yerlerinden edilmişti. Bugün yerlerinden edilmiş mülteci statüsündeki Filistinli sayısı neredeyse 6 milyon. Bunların yaklaşık 1,5 milyonu Birleşmiş Milletlere kayıtlı bulunan Ürdün, Lübnan, Suriye, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’teki 58 mülteci kampında yaşıyor. İsrail’in kurulduğu günden bugüne izlediği nüfus politikasına bakıldığında karşımıza şöyle bir durum çıkar: Sürgün yoluyla Filistin topraklarındaki Filistinli nüfusu azaltmak ve göç yoluyla bu topraklardaki Yahudi nüfusu çoğaltmak. Şüphesiz bu bir devlet politikasıdır. Nitekim İsrail’in ilk Başbakanı David Ben Gurion bir konuşmasında şöyle demişti: “Devletin kurulması sayesinde güçlü bir hale geldikten sonra taksimi lağvedeceğiz ve tüm Filistin’e yayılacağız.”
İsrail’in 7 Ekim’den itibaren taş üstünde taş bırakmayacak şekilde Gazze’yi bombalaması ve binlerce masum sivili katletmesi, benimsediği “sürgün ve göç” politikasının bir yansımasıdır. Gazze’yi yakıp yıkması sadece bir bombardıman eylemi olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda bu, bir mekân ve hafıza kırım operasyonudur. Nihayetinde bombardımanlar neticesinde canların yanı sıra mekânsal ve kültürel hafıza da yok edilmektedir. Bilindiği üzere şehirler uzun tarihleri, kültürel mirasları ve sembolleriyle ortak hafızanın oluşumuna hizmet ederler. Gazze’ye atılan bombalar, tarihi binaların, anıtların ve diğer kültürel mirasın yok olmasını da beraberinde getiriyor. İsrail, Filistinlilerin kültürel hafızasını, köklerini, kimliklerini ve geçmişlerini silmeyi de amaç edindiği için sivillerin ve sivil altyapıların hedef alınmasını insan haklarına ve uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen hiçbir şekilde yadırgamıyor.
YERLEŞİMCİ TERÖRÜ
İsrailli yetkililerin, Gazze’de yaşayan Filistinlileri başka ülkelere göç ettirmek istemesinin temel saiki yine devletin benimsediği “sürgün ve göç” politikasıdır. Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi nüfusa her geçen gün yenilerini ekleyen İsrail, benzer yerleşimci politikasını Gazze’ye de uygulamak istemektedir. BM verilerine göre Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te uluslararası hukuka aykırı bir şekilde inşa edilen Yahudi yerleşim birimlerinde yaklaşık 700 bin kişi yaşamakta ve bu sayı sürekli artmakta. Yahudi yerleşimcilerin bulunmadığı tek bölge Akdeniz kıyısındaki Gazze Şeridi. Bu yüzden İsrail 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından Gazze Şeridi’nin kontrolünü ele geçirdiği gibi şimdi de Gazze’yi kontrol altına alıp bu toprakları Yahudi yerleşimcilere açmak niyetindedir.
Hükümet üyeleri ile aşırı sağcı İsrail vatandaşlarının neredeyse bir slogan haline getirdikleri, “Şimdi Gazze’ye dönme zamanıdır” sözünü iyi analiz etmek gerekiyor. Kuşkusuz bu söz, bir niyet beyanıdır. Daha açık olan ise İsrail basınında da sıklıkla yer bulan, “Gazze’de tüm evler yıkılmalı, Araplar tahliye edilmeli ve Gazze’nin tamamında Yahudi yerleşim yerleri inşa edilmeli” şeklinde yer alan kan dondurucu ifadelerdir. Tüm bunlar somut bir şekilde gösteriyor ki, Gazze’deki asıl amaç soy-kırım, mekân-kırım ve hafıza-kırımdır. Yazıyı Siyonizm’e yönelik Yahudi muhalefetini konu edinen eserleriyle bilinen Prof. Yakov M. Rabkin’in muhteşem bir tespitiyle bitirmek istiyorum: “İsrail’in tarihi, Amerikan tarihini izliyor. Tek fark ABD’nin yerli nüfusun çoğunu yok etmiş, İsrail’in henüz edememiş olması. Ama yok etmeye çalışıyorlar.”