Gazze’ye, 7 Ekim’de başlayan saldırılar, geride ağır bir bilanço bıraktı. Binlerce Filistinlinin hayatını kaybettiği bu süreç, birkaç gün içinde Gazze içerisinde 500.000’den fazla Filistinlinin yerinden edilmesiyle devam ediyor. Filistin-İsrail meselesinin dönem noktası olan “Nekbe” hadisesinde yerinden edilenlerin sayısının 750.000 olduğunu düşündüğümüzde, bugün Filistinlilerin tüm dünyanın gözleri önünde yeniden Nekbe’yi yaşadığını söyleyebiliriz.
Filistinliler; 1948’de yüzlerce köyün Siyonist işgal güçleri tarafından yıkılması yüzünden, farklı ülkelere göç etmek zorunda kalırken, “Topraklarını sattılar” ithamına maruz kalacaklarını bilmedikleri gibi, bugün de güvenli yerlere sığınarak bombalar altında hayatta kalma mücadelesi verirken haklı olmak için daha ne kadar ağır şartlarda yaşayacaklarını bilmiyorlar.
Daha ne kadar ağır şartlar diyorum çünkü geçen yıllar içinde, asgari ölçekte dahi insan haklarına, onuruna riayet edilmeyen ve şartları ağırlaşan abluka, hâlâ İsrail’e karşı siyasi, hukuki ya da askeri bir engellemeyi beraberinde getirmedi. Elektrik ve suların kesilmesi, ilaç ve gıda girişine müsaade edilmemesi, hastanelerin, okulların, camilerin hedef alınması, yüzde 60’ı çocuk ve yaşlılardan oluşan binlerce sivilin birkaç gün içinde öldürülmesi yeterli bulunmadı. Gazze’nin dünyaya açılan tek kapısı olan Refah sınır kapısının bombalanması yeterli bulunmadı. Bir mahalleyi yok etmekle tehdit edip önce tahliye/güvenli bölge çağrısında bulunulan insanların, oradan toplu şekilde uzaklaşırken hedef alınması yeterli bulunmadı. Bir insanı içeriden yakan fosfor bombasının kullanılması yeterli bulunmadı. Son olarak, güvenli bölge olarak Gazze’deki Baptist Hastanesi’ne sığınan Filistinlilerin İsrail bombalarının hedefi olması neticesinde 1000’den fazla Filistinlinin hayatını kaybetmesi dahi yeterli bulunmadı.
Binlerce Gazzeliye kucak açan bu hastane, birkaç saniye içinde insanlık tarihine ek bir parantezle ele alınacak kadar büyük bir katliamın adresi oldu. Savaş halinde dahi hedef alınması yasak olan hastane, sadece savaş suçlarının değil soykırım suçunun da konusu haline gelecek bir yıkıma sahne oldu. Saldırının hemen ardından basın açıklaması yapan hastane heyetinin, konuşma yapacakları alanda kendilerinin dışında kalan tüm yerlerin Filistinlilerin cenazeleri ile dolu olduğu manzara, yıllarca unutulmayacak bir insanlık trajedisi olarak hafızalara kazındı. Bir katliam nasıl olur da tüm soykırım suçlarını içinde barındırabilir?
İsrail’in içinde olduğu psikolojiye ve yaptığı açıklamalara baktığımızda katliamın nasıl tüm bu suçları içererek yapıldığı gözler önüne seriliyor. Bazı aykırı seslerin dışında, hem İsrail içinde hem de İsrail ile yakın ilişki içinde olan bloklar, İsrail’e aleni ya da örtülü desteğe devam etti. ABD Başkanı, Biden’ın İsrail ile görüşmeye gelerek; “Sizin yanınızda olduğumu ifade etmeye geldim” sözleri, güvenli bölgelerin dahi neden ve nasıl bu kadar kolay hedef aldığını gösteriyor.
Güvenli bölge çağrısının akabinde büyük bir katliama dönüşmesi, akıllara yakın dönemdeki bir diğer katliam olan Srebrenitsa Soykırımı’nı getirdi diye düşünüyorum. Srebrenitsa’dan bugüne 28 yıl geçmiş olsa da çaresizlik hiç değişmedi. Sadece çaresizlik değil, sistemin çarkları da hiç değişmedi.
İsrail saldırı olur olmaz “Biz yapmadık” söylemini kullanmaya başladı. Kısa bir zaman sonra da “inceleme yapılıyor, henüz belli değil” açıklamalarına yer verdi. Ardından İsrail’in bizzat hedef aldığı aşikar olunca, böyle bir saldırı olmamış gibi siyasi ajandasına devam etti. İşgale biraz olsun mercek tutan gözler için ne kadar da tanıdık ifadeler değil mi? Sanki birkaç yıl önce Şirin Ebu Akile dünyanın gözleri önünde öldürülürken aynı şeyler yaşanmamış gibi. Sanki İsrail daha önce hiç hastaneleri hedef almamış gibi. Sanki İsrail, yaşlı-çocuk ayırt etmeksizin binlerce insanı kitle imha silahlarıyla hedef almamış gibi. Sanki İsrail tüm savaş suçları maddelerinin gizli öznesi olmamış gibi.
Elbette İsrail’in güvenlik doktrinleri bu güne özel değerlendirilmemeli. İsrail, bölgede devlet olarak ilan edilmeden önce başlayan bir ideolojinin izdüşümleri bunlar. 1936 isyanını başlatan yine bu düşünce oldu. Nekbe’nin taşlarını döşeyen katliamlar silsilesi yine bu düşünce ile oluşturuldu. İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion’un güvenlik politikaları kapsamında göreve başladığı ilk yıllarda sarfettiği “Bir evi yıkmanız yetmez. Acımasız ve şiddetli tepkiler vermemiz gerekiyor. Eğer aileyi tanıyorsak kadın ve çocuklarda dahil acımasızca yok etmeliyiz. Aksi takdirde tepkimiz yetersizdir” sözlerini, bugün Netanyahu’nun politikalarından ayırabilir miyiz? Gazze’de binlerce insan ölürken Ben Gvir’in Batı Şeria’da binlerce silah dağıtmasını bu ideolojiden ayırabilir miyiz?
İsrail, bölgede istikrar sağlamak adına sadece askeri politikaları hayata geçirmeyi yeterli bulmuyor. Bu politikaların, Filistinliler üzerinde asla onarılmayacak psikolojik ve sosyolojik tahribatlar bırakmasını da istiyor. Dış dünya ile tüm bağlantıları kesilmiş ve abluka altında nefes almaya çalışan Gazze’de, güvenli bölge diye hastaneye sığınmış yüzlerce masum insanın birkaç saniye içinde ortadan kaldırılmasını hangi zihin dünyası açıklayabilir?
Vicdan sahibi tüm toplumlar, İsrail’e karşı ortak bir irade koymaya başladılar. İsrail’in bu yaşananların üzerine uzun soluklu düşünmesi gerekmekte. 1948’de farklı ögeleri bir araya getirerek, normal halklar gibi refleksler gösteren bir ulus ortaya çıkarmak isteyen İsrail, bugün tüm dünyayı yeniden karşısına aldı. İsrail’e dair gündemlerde muhakkak bahsedilen bir olgu olarak “normalleşmeyi” konuşurken, İsrail’in normalleşmemesi problemi üzerine ne zaman gidilecek? Bir devletten ziyade örgüt gibi refleksler veren bu mekanizmanın sadece Orta Doğu’da değil, tüm dünyada barışı tehdit ettiği gerçeği ne zaman uluslararası mekanizmaları harekete geçirecek?
Baptist Hapishanesi’nde yaşananları dönüm noktası olarak görüyorsak, İsrail’in geçmiş katliamlarını yeniden hatırlamak gerekiyor. Sayısız örnek ile sıralayabileceğimiz katliam dosyası, İsrail’in kendi sinesinde bir öz sorgulamayı beraberinde getirmiyor. Aksine sessiz kalınan, yaptırım uygulanmayan, ablukanın kırılması için ortak irade gösterilmeyen her toplumsal vakıa, İsrail’in daha da radikalleşmesine sebebiyet veriyor. Bu yaşananların ardından da kısa bir zaman içerisinde İsrail siyasetinde radikal siyasetçilerin siyasi temsiliyetlerinin ne kadar arttığını göreceğimizi düşünüyorum.
Yahudi sorununa çözüm olarak İsrail’in kurulma adımlarını atan Siyonist düşünce, bugün kendi eliyle Yahudi sorununu üretmekten geri durmuyor. Auschwitz’in tüm dünyanın gözünün önünden bir an olsun ayrılmamasını sağlayan İsrail, bugün aynı toplama kampını Filistinliler için oluşturuyor. Gazze insanlık tarihinin gördüğü en büyük kıyımlardan birini yaşarken, hâlâ uluslararası sistem tarafından yeteri kadar haklı bulunmuyor.
Yukarıda Srebrenitsa Soykırımı’na atıfta bulunduk. Çünkü bugün aynı soykırım şartlarını Gazze de taşıyor. Sistematik saldırıların, soykırım olarak adlandırılabilmesi için belirli şartlar olması gerekiyor. Belli bir gruba mensup insanları öldürmek, onlara fiziki ya da zihinsel olarak ciddi zarar vermek, kısmen ya da tamamen fiziksel olarak yok edilecekleri hesaplanan yaşam koşulları dayatmak ve doğumları önleyecek önlemler uygulamak bunlardan bazıları.
Bu şartlara Gazze penceresinden baktığımızda, günde ortalama 500 Filistinlinin öldürüldüğü günlerden geçiyoruz. Gazze’ye karşı savaş suçu kabul edilen kitle imha silahlarının kullanıldığı günlerden geçiyoruz. Çeyrek nükleer etkiye sahip olan bu yıkımın yanında, abluka gerçekliğinin daha da arttığı günlerden geçiyoruz. Dahası İsrail’in Gazze’yi Filistinlilerden arındırılmış bir kara parçası haline getirmesi gibi insanlık dışı bir düşüncenin nasıl karşılık bulduğunu görüyoruz.
Elbette Gazze bu günlerden geçerken, olanlara soykırım denilmiyor. Savaş suçu da denilmiyor, insanlığa karşı suç hiç denilmiyor. Uluslararası hukuk, evrensel insan hakları beyannamesi, Cenevre çocuk hakları bildirgesi, BM kararları… Bu beyanların ne için var olduğunu, bugün değilse ne zaman ne için hangi amaçla kullanılacağını bilmiyoruz. Belki de çok iyi biliyoruz.
Uluslararası ilişkilerde “merdiven itme stratejisi” olarak bilinen politikaların tam olarak bunun için olduğunu görüyoruz. Batının arkasına yaslandığı bu değerlerin yalnızca belirli bir zümrenin çıkarlarını korumak için uygulamaya konulduğunu, İsrail’in uygulamalarından rahatlıkla anlayabiliyoruz. İsrail’in “la yüs’el” politikaları, bu merdivenin gün geçtikçe daha sert itilmesinden kaynaklanıyor. Merdiven sert itiliyor; ancak Filistinliler de o merdiveni inatla yeniden yukarı doğrultuyorlar.
Büyük sürgünler yaşayan, topraklarının büyük kısmı işgal edilen Filistinlilerin bugün kimlik mücadelesi verdiği gibi bugün işgalin hedefi olan Filistinli çocuklar da, yarın o işgalin bizzat karşısında yer alacaktır. Filistin meselesine dair bir saha gerçekliği arıyorsak, anlatının tam ortasında bu yer almalıdır herhalde. Nekbe’den bu yana bu döngü hep böyle devam etti. Yarın da böyle edecektir. Çünkü Filistin meselesinin özünde bu vardır. Toprakların asıl sahipliğinin hikayesi...
İsrail bu günlerde Nekbe’yi görmeyen dünya için adeta yeniden bir Nekbe süreci yaşatıyor. Gazze boşaltılarak, İsrail için en büyük sorun addedilen bu bölgede bir etnik temizlik daha yüksek sesle zikrediliyor. Gazze üzerinden Orta Doğu’da güvenlik, demografik ve siyasi paradigma değişikliği hedefleniyor. Tıpkı 75 sene önce Nekbe üzerinden bölgede var edilen İsrail gibi. Bir zamanlar Dalet Planı üzerinden yürürlüğe konan askeri politikalar, bugün tüm hızıyla devam ediyor. Bir toplum yeniden hedef haline getirilip, sürgün edilmek isteniyor. Üstelik değişen Arap Baharı ile beraber süratle değişen Orta Doğu konjonktüründe…
Avrupa meselesinin evrimleşerek geldiği Filistin-İsrail çatışmasının özünde de bu yatıyor. Batı’nın Yahudilerle yaşadığı süreçlerin akabinde, günah çıkarma olarak yaptıklarının bedelini Filistin üzerinden ödemesi ve buna ilk günden itibaren karşı çıkan bir halk. Bugün çatışmaya dair bir şey konuşulacaksa başlanması gereken ilk durak belki de budur. Gömleğin ilk düğmesi, çözümün ilk adımı, sorunun ilk başlangıcı…