İsrail, tiranlığını tek göz imgesiyle her yere iliştirir, tek göz imgesiyle kendini dünyanın efendisi olarak görür, herkesi göz hapsine alır. Ama esas hapishane, bugün büyük bir illüzyonla süper güç olduğu sanılan ama aslında bir dehşet mekanizması olan ve fakat kendi içinde ne yaşandığından sekiz milyar insanın bihaber olduğu İsrail’dir.
Jeremy Bentham’ın panoptikon kavramı, modern bir hapishanedir. Bu hapishanede insan sürekli gözetim altındadır. Hareketlerinde, davranış ve seçimlerinde özgür değildir, toplumsallıktan arındırılır, tamamen bireyselleştirilir. Her hâli kayıt altına alınır, bu kayıtlar istendiği takdirde de aleyhine olacak şekilde kullanılır. Hem bedenin hem de ruhun zapturapt altına alınarak gözlem altında tutulmasıyla insan, sistemin kölesi hâline getirilir. Panoptik toplumlarda hak ve adalet aranamaz, gasp edilen haklar sorgulanamaz, yoksullar kendi haklarının peşine düşemez. İşçiler örgütlenip yoksulluğu, hak ve emek sömürüsünü protesto edemez. Hak ve adalet isteği etrafında birleşenler daima bir tazyikle karşılaşır. Öyle ki artık haklılar en temel haklarını arayamaz.
DİJİTAL DÜNYANIN GÖNÜLLÜ KÖLELERİ
Panoptik toplumlar tektipleşen insanlardan oluşur, orada ötekine yer açılmaz, farklı inançlara saygı duyulmaz. Karakteristik, tipik veya otantiklik diye bir şeye panoptizmde rastlanmaz. Çivi çivide, demir demirde, taş taşta uslanır. İnsan da insanda pişer, insanla sınanır, başına gelen talihsizliklere yine insana yaslanarak katlanır. Panoptizm insanı, kendi ihtiyaçlarını görmesi ve yaşaması için bir başkasına hatta yaratıcıya ihtiyacı olmadığı fikrine inandırır. Panoptik yani gözetim altındaki toplumlar, farklı olan her şeyi tek tipleşmiş yapısına karşı bir tehdit olarak görür. Küresel kapitalizmin sınıfsal anlamda insanları hizaya dizmesi, emek, hak ve hukuk gibi hayatî meseleleri sömürgeleştirmesi, halkı zorla ve zorbalıkla kendine itaat ettirmesi, panoptikonla sağlanır. Panoptik toplumun insanı, dijital dünyanın gönüllü kölesidir.
George Orwell’ın 1984 romanındaki tele-ekran gibi gönüllü kölelerin her ânı küresel iktidar tarafından izlenir. İktidar denilen şey artık seçimle başa gelen kişiden ibaret değildir, iktidar Foucault’un kavramsallaştırdığı şekilde artık “gözün iktidarı”dır. Gözün iktidarı küresel iktidardır, tüm dünyayı denetleyen, gözetleyen bir iktidar.
TOPYEKÛN BİR GÖZALTI
Ev içlerinden yolda nerede yürüyeceklerine, mülksüzleştirmeye, attıkları her adıma kadar Filistin’i gözetleyen İsrail’in, burada kurduğu açık hava hapishanesi, küresel panoptikonun örneklerinden biridir. Binlerce asker, hâkim, savcı, mimar, doktor, akademisyen, siyasetçi ve farklı mesleklerden oluşan danışmanlar, açık hava hapishanesinin bürokrasisini oluşturur. Zulümde örgütlenen bu bürokrasinin tek amacı, bir mega hapishanesi hâline getirdikleri Filistin’i sistematik bir şekilde yok etmek, bu yok edişi gerçekleştirirken de küresel medya eliyle soykırım görüntülerine maruz kalan ve ellerinden hiçbir şey gelmeyen insanlığı çürütmek, onu amaçsızlık ve inançsızlığa sevk etmektir. Filistin’de kurulan mega hapishaneyle Filistinliler, küresel panoptikonla da bütün bir insanlık gözaltındadır.
İsrail, Filistin’de Mescidi Aksa’nın kapı kolunun değişimine kadar Filistin’de yaşayan her insanı, sokaktaki çocukları, kendi hâlindeki ihtiyarları, evlerine/ailelerine düşkün kadınları, okuyan ve araştıran zihinleri, üniversiteleri, yolları, yokuşları, orada akıp giden zamanı dahi ablukaya alır. İsrail, tiranlığını tek göz imgesiyle her yere iliştirir, tek göz imgesiyle kendini dünyanın efendisi olarak görür, herkesi gözetler, Tanrılık iddiasında bulunur. Uyguladıkları soykırım, onlar için medeniyetdışılık ya da insandışılık değildir. Tamamen modern dünyayı dizayn etme, kendi ufuksuz perspektiflerini dayatma ve ikame etmedir. Ezilenler, mağluplar, düşkünler, sefiller, zayıflar, inançlılar, insan kalmak için savaşanlar, iyiler, bu dünyadan sessiz adımlarla yürüyüp geçenler dizayn edilen yeni dünyanın uru gibi görülür.
GÖZETLEME KULESİNDEKİ İFSATÇILAR
Oswald Spengler “Mağlup olanın parçalanması ona dayatılan bir kanun hâline geldi. İnsan hakları, sadece zayıf olanın uymak zorunda olduğu ve soylar arasında sürekli olarak barış istemiyle zikredilen güçlünün haklarına denir” diyerek çarpıcı bir tespitte bulunur. İnsan hakları, ezilenleri daha da ezmek için ortaya atılmış bir kılıftır. Herkes için gerçek bir hak arayışı değil, göstermelik bir isimlendirmedir. Kötülerin daha büyük kötülükler yapmaları için uydurulmuştur. İnsan hakları, sistemin umursadığı ve önemsediği ırk ve milletlerin haklarıdır. Bunlar dışındaki ırklar her türlü yok edilebilir, soykırıma uğrayabilir, en temel hakları ellerinden alınabilir, demografik yapılarına müdahale edilebilir. Gözetleme kulesinin militanları, insanlık düşmanıdır ve sadece insanı değil ekolojik düzeni, doğal kaynakları, tabiatın zenginliklerini de zapturapt altına alarak dünyayı ifsat etmek için çalışır, yapay felaketler üretir, ormanları yakar. Sömürünün her çeşidini tıp, teknoloji, eğitim gibi hayatî alanları bir silah gibi kullanarak gerçekleştirir.
YASI TUTULMAYA DEĞER GÖRÜLMEYENLER
Yaşadığımız dünyada yaşam hakları asla eşit değil, daha doğrusu insanın hangi ailede, nasıl bir coğrafyada, nasıl bir bedende dünyaya geldiği konusu bile eşit değildir. Bir sıfır önde başlayanlar, gümüş kaşıkla doğanlar, her şeyden mahrum bir şekilde dünyaya gelenler… Dünyada bu kadar farklılığın olması şüphesiz burada herkese yetecek kadar bir yer olduğu anlamına gelir. Kimse kimseden bedeniyle, sahip olduğu imkânlar sebebiyle üstün değildir. Üstünlük insanın kalbini ve zekâsını nasıl ve ne yönde kullandığındadır. Butler, yası tutulmaya değersiz görülen toplum ve milletlerden söz eder. Yaşamların neye göre yasa değer olması ya da yasa değer tutulmayışını da ırkçılık, yabancı düşmanlığı, homofobi, transfobi, kadın düşmanlığı ve yoksullara duyulan sistemik kayıtsızlıkla açıklar. Yası tutulabilir olmayan bu insan gruplarını yitirmiş olsak da yitirmeyiz. Onlar zaten hükmen mağlup, yitik ve yaşamaya hak kazanmamıştır. Judith Butler, yası tutulmaya değer olan ya da olmayan insan topluluklarını Foucault’un ortaya attığı biyopolitika ve biyoiktidar kavramlarıyla açıklar. Bu iki kavram yaşamı ve ölümü idare eder, daha doğrusu pay eder. Biyopolitika belirli nüfusları yaşatmaya, belirli nüfusları da öldürmeye yönelik bir düzenektir. Yaşatılmaya değer görülen nüfuslar, her bakımdan desteklenir. Dünyanın anlatısı onlardadır, en iyi kahramanlar, öyküler ve genler o nüfuslardan çıkar. Yaşatılmaya değer görülmeyen nüfuslarsa dünyanın yükü olarak görülür, onların genleri de bozuktur. Üremeleri hâlinde diğer ırkları da bozabilme potansiyeline sahip oldukları varsayılır. Dolayısıyla onlar yok edilir ya da yıkıma uğratılırsa kayda değer hiçbir şey olmaz. Zira ortada ne yıkım vardır ne de bir kayıp. Aksine onlar yok edildiğinde Butler’ın ifadesiyle “yaşamaya lâyık olan üstün ırkların önündeki bazı garip engeller kaldırılır.”
BİYOPOLİTİKANIN MASKELERİ
Biyopolitika dünyayı daha güzel hâle getirme, daha normal bir toplum oluşturma maskesiyle azınlıkları, yararsız addedilenleri, marjinalleri, statükoya ve küresel dünyaya hizmet etmeyen toplulukları ırkçılık, şovenizm ve zenofobi gibi yıkıcı yöntemlerle böler ve parçalar; sürgün, soykırım, katliam ve savaşlarla da yok eder. Yabancı düşmanlığı, başkasının varlığından iğrenme ve nefret duygusu zenofobidir. Dar, sığ ve yoz bir kendilik bölgesinde yaşayan zenofobik insanlar, heterojenik görünüm arzeden toplumlarda korku ve nefret içinde yaşar. Bu korkunun temelinde göçmenlere duyulan iğrenti, kültürel farklılıklara tahammülsüzlük ve ötekine duyulan nefret yatar. Zenofobikler, kendileri gibi olanların yaptıkları yanlışlara daha yumuşak yaklaşırken, bir yabancının yaptığı aynı davranıştan aşırı derecede rahatsız olurlar. Zenofobi tamamen abartılı ve aşırı uçlarda yaşanan bir duygu durum bozukluğudur. Mülteci ve göçmenlerden, farklı olanlardan, etnik gruplardan duyulan korkudur. Zenofobikler, kendi akıldışı korkuları sebebiyle toplumda yaşanan her kötü ve güvenlik zedeleyici durumu sadece yabancılardan bilirler.
Şovenizm ise abartılı, obsesif, saldırgan ve düşmanca bir tutum içinde vatanseverlik libasını giymenin adıdır. Şovenistler yalnız kendi ırkını üstün görür, diğer ırklara karşı kin ve nefret besler. Ne gribal hastalıklar ne viral sendromlar hiçbiri dünyanın vebası değildir. Dünyanın esas vebası zenofobi ve şovenizmdir. Türkiye özelinde meseleyi ele aldığımızda herhangi bir göçmen, bir suç işlediğinde herhangi bir Türk’ün işlediği aynı suçla eşdeğer görülmemektedir. Göçmenin evi ve iş yeri yağmalanabilir. Mülteci, bedeli ne olursa olsun savaş bölgesine geri dönmeli ya da kendine yaşayacak başka bir yer bulmalıdır. Çünkü sığındığı ülkenin vatandaşı değildir, diyelim vatandaşlık aldı, yine de ülkenin her şeyiyle bir bütünlük arz eden görünümünü bozmaktadır.
Meselenin bir de ulus devlet boyutu vardır. Ulus devlet, etnik gruplara açık olmaz, farklılıkları kuşatmaz, bünyesinde barındırmak istemez. Ulus devletlerde toplum, bütün unsurlarıyla aynı hâle getirilerek homojen bir görünüme ulaşılır. Etnik gruplar asimile edilir, baskı altına alınır ya da halktan dışlanır hatta gerekirse soykırım dahi uygulanabilir. Türkiye imparatorluk bakiyesi bir devlet olmakla beraber ulus devletin getirdiği sorunları taşımaktadır. Araplar, Ermeniler, Gürcüler, Yahudiler, Boşnaklar, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Romanlar, Pomaklar, Arnavutlar, Süryaniler ve Zazalar Türkiye’nin etnik gruplarıdır. Türkiye gerek stratejik ve jeopolitik konumu gerekse de bu etnik gruplar dolayısıyla hedef hâline getirilir. Çünkü bir ülkenin kendi içinde bu kadar unsuru barındırması, o ülkenin hem içerde hem de dışarda her bakımdan güçlü olduğu anlamına gelir ama aynı zamanda iç karışıklıklara da çok açık olması demektir.
ZENOFOBİNİN SONU ŞOVENİZMDİR
İsrail özelinde örnek verirsek eğer İsrailoğulları, kendini en üstün ırk olarak görmekle şovenizmin yol açtığı insanlık suçlarını işlemektedir. İsrail zihniyetine göre kendinden başka yaşamaya lâyık bir ırk yoktur. Kendileri en üstün, geri kalanıysa ancak kendilerine itaat ederse yaşamaya lâyıktır. Türkiye’de zenofobinin ne kadar yayıldığını görmek ve anlamak zor değil, dijital mecralarda köpürtülen nefret sebebiyle solunan havanın her zerresinde yabancı düşmanlığı var. Zenofobinin sonu şovenizmdir. Türkiye bütünüyle Anadolu ruhudur. Anadolu ruhu, medya eliyle kirletilen ve küçümsenen Anadolu irfanının ta kendisidir. Cehaletin yol açtığı kimi haberler üzerinden Anadolu’nun öz kimliği çoktan yıpratılmıştır. Oysa ki Anadolu Türkiye’nin otantik yanı, özgün kimliğidir.
Batı'da vulnerability olarak kavramsallaştırılan tehdide açıklık, yaralanabilirlik ve kırılganlık gibi anlamlara gelen kelime, zorlu koşullara maruz kalındığında çıkış yolları bulmaya ya da bünyesi hastalandığında hastalık geliştirmeye yatkın hâle gelmeyi yani güçlü bir bağışıklığı ifade eder. Bir nevi en çetin koşullarla başa çıkma yeteneğinin gelişmesi de denilebilir. İşte Anadolu ruhu, milletin maruz kaldığı zorlukları kendi bünyesinde öğüterek vatanın/yurdun muhkem hâle gelmesini sağlayan manevi/ruhsal bir zemindir. Bencillikten, başkasına düşmanlık beslemekten arınmış, bir ve bütün olabilmiş kimliğin adı Anadolu ruhudur. Bu ruhu savunmak ne yozluk ve geri kafalılıktır ne hayal dünyasında gezinmektir ne de hamasettir. “Ben Anadoluyum” bilincine sahip olmak küresel güçlerin tesirini en aza indirme, Batı'nın hegemonyasını reddetme, kendi neslini koruma şuurudur. Türkiye’deki en büyük sorunlardan biri, zenofobiden kaynaklanan yabancı düşmanlığı gerçeğiyle yüzleşmemek, bu yüzleşme olmadığı için de kendi milletinin insanı olmaktan çıktığının, başkalaştığının farkında olmamaktır. Hem yabancı düşmanısın hem kendin değilsin hem Anadolu’dan kopmuşsun, bunun onulur, iflah olur tarafı var mı?
MODERN HAPİSHANENİN MAHKUMLARI
Byung Chul Han, biyopolitikanın yerine artık psikopolitikanın yürürlükte olduğunu savunur. Psikopolitikada iktidar like’lar üzerine kuruludur. Her şekilde insan bir hapishanenin içindedir. Chul Han’ın psikopolitika olarak kavramsallaştırdığı şey, görülme ve beğenilmenin ana unsur hâline gelmesi, post ve like’ların her şeye yön vermesi, insanların algılarını yönetmesidir. Şiddet, çıplaklık, küfür, ırkçılık, pornografi, estetik dışı görüntü ve sözlerin sempati toplaması, bunun sonucu olarak insanların kendi öz değerlerinden uzaklaşması panoptik toplumların algı yönetimiyle ne kadar kolay yönetildiklerini, ne kadar kolay güdülebildiklerini, ırkçılık ve nefretin yol açtığı popülist söylem ve tuzaklara ne kadar kolay düşebildiklerini gösterir.
Esas hapishane ve panoptikonsa bugün büyük bir illüzyonla süper güç olduğu sanılan ama aslında bir dehşet mekanizması olan ve fakat kendi içinde ne yaşandığından sekiz milyar insanın habersiz olduğu İsrail’dir.