Medya, etkinliği ve konumu itibariyle, modern devlet kurgusunun üç temel organının yanında gayrı resmi bir dördüncü kuvvet olarak hemen hemen herkesçe kabul edilegelmiştir. Demokratik olsun diktatörlük olsun tüm yönetim biçimlerinde ortaya konulan işin kendisi kadar algısına da önem atfedildiğinden bu gücün kimin eliyle ve nasıl kullanılacağı hep tartışma unsuru olmuştur. ABD’den Suudi Arabistan’a, Çin’den Fransa’ya kadar nereye bakarsanız bakın bunun böyle olduğunu görmekteyiz. Bu tartışma bugün hem dünyada hem de Türkiye’de hala sıcaklığını korumaktadır. Ara ara tartışmalar durulur gibi olsa da ilk fırsatta tüm bileşenleriyle tekrar kendini göstermektedir. Bu da doğaldır, zira her şey bir önceki gelişmenin üzerine inşa edildiğinden doğru ve yeni bilgi ve adil bir bakış açısıyla ortaya konulacak her eleştiri bir kazanımdır. Sosyal medyanın konvansiyonel medyanın önüne geçmeye başladığı, kağıdın iktidarını kaybettiği, big data, yapay zeka, kuantum bilgisayarlarının etkin olduğu bu dönemde medya kendine her gün güncelleme getirmektedir. Yönetme ve yönlendirme iddiası olan siyasiler de şüphesiz, bu alandaki günceli yakalama arzusu en yüksek toplumsal aktörlerin başında geliyor. Bu yüzden siyasiler nezdinde bu tartışmalar zaman zaman daha sert ve hararetli geçiyor.
Sosyal medyada bir hashtag etrafında karşılıklı olarak kümelenen argümanlardan sağlanan etkileşime, açık oturumlardaki konukların kendisinden tartıştıkları konulara kadar algıların şekillendiği mücadele sahalarına ilişkin kurguların tamamı siyasilerin gündeminde. Son gündem ise ne yazık ki ana muhalefet partisinin merkez medya kanallarından CNN Türk’ü boykotu.
18 yıldır işlerine gelmeyen her türlü haberciliği yandaş medya diye kategorize edip, sözde şikayet ettikleri kutuplaşma değirmenine su taşıyan bir anlayış zaten söz konusuydu. Eski Türkiye’deki müesses nizamın bir kolu olarak hareket eden Uğur Dündar tarzı habercilik tarzının tıpkı 28 Şubat’a dair temennilerindeki gibi 1000 yıl sürmesini arzuluyorlardı. AK Parti ile beraber artan refah düzeyi, ülke rantının Anadolu’ya daha adil bir şekilde dağılımı sermaye gruplarının çeşitliliğinin artmasına yol açmıştı. On yıllarca “Merkez”den izole edilmek suretiyle “Çevre”de istihdam edilen, devlet kurumlarının önemli kademelerinden, üniversitelerden, medyadan ve sanattan uzak tutulan milletimiz merkeze yürümeye başlamıştı. Türkiye’nin merkezinde artan renklilik doğal olarak medyada da tesirini gösteriyordu. Artık amiral gemisi hüviyetini ve müesses nizamı arkasına alarak hükümetleri değiştiren medya düzeninden söz etmek mümkün değildi. Muktedir olmayan seçilmiş siyasilere her türlü itibarsızlaştırma girişimini özgür, cesur ve muhalif medya adı altında paketleyen ancak asıl egemen olan güvenlik yargı bürokrasisine ilişkin tek sözleri olmayan bu iki yüzlü medya anlayışı, eski Türkiye’nin belki de en büyük virüsüydü. Bir arenayı andıran ve en ufak ahlaki ve siyasi kırmızı çizginin olmadığı Siyaset Meydanı ve Ateş Hattı gibi tartışma programları, dindar yaşam tarzını hedef almak adına çocukları bile istismar eden Uğur Dündar ve Reha Muhtar haberciliği medyanın bir rutini olmuştu. Medya, demokrasinin doğasına aykırı bir şekilde hakem rolüne soyunmuş, verilen talimatlar doğrultusunda yargı dağıtıyor, toplumsal mühendislik faaliyeti güdüyordu. Bir medya grubunda biraz İslami ton sezmişlerse hemen onu yeşil sermaye olarak ötekileştiriyorlar, o medya grubunu fonlayan iş adamlarına yapılacak haksız operasyonlara kamuoyunu hazırlıyorlardı. Kabaca tasvir ettiğim bu durum 28 Şubat Darbesi’nde tüm bileşenleriyle kendini göstermişti.
Her şeyin dip yaptığı o skandal yılların ardından 2002 ile başlayan restorasyon dönemi ve normalleşme atmosferi birilerinin imtiyazlarına ve kurdukları kirli düzenin ömrüne son verdiğinden bugünkü anlamsız öfke ve boykotu çok çok iyi anlayabiliyoruz. Şimdi, hem biraz hafızaları tazelemek hem de AK Parti’yi yandaş medyasını kurmakla suçlayan CHP’nin basın özgürlüğüne ilişkin söylemlerine bakalım.
-CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Ben sizin (A Haber) boynunuza ne takacağımı çok iyi biliyorum.” diyerek Turkuvaz Medya Grubu’nu yağlı urgan göndermesiyle tehdit etti.
-CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin “Ahdimiz olsun. İnşallah 7 Haziran’da gideceksiniz, bakın 9 Haziran demiyorum, 8 Haziran’da ilk işimiz bu gazetelerin tamamına el koymak olacaktır.” tehdidinde bulundu.
Bu örnekler CHP’nin basın özgürlüğüne bakışının sadece fragmanı. Filmi başka yazıya diyerek medyadaki aktörlerin CHP’de ne ölçüde istihdam edildiğine eğilmek istiyorum.
Medyadaki aktörlerin başka bir parti ile bu kadar iç içe geçmiş kariyer bağı olmadığı halde, CHP’nin kendi gibi düşünmeyen her gazeteciyi yandaş ve bir partiden çıkarı olmakla itham eden tavrı, herkesi kendileri gibi zannetmelerinden kaynaklanıyor olsa gerek. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin otopark işletmelerini yapan İSPARK kurumuna dahi yılda 5 milyon TL’ye yakın satış yapan Cumhuriyet Gazetesi’ni özgür ve bağımsız olarak nitelendiren, CHP’nin en radikal ve mezhepçi isimlerinin bile görüşlerini ifade edebildiği CNN Türk’ü ise yandaş gören bir zihniyetin muhakemesini vatandaşlarımızın takdirine bırakıyorum.
AK Parti’nin Türkiye vizyonunu savunan bir ismin en ufak bir hatasını gazeteciliğine mal olduracak kadar linç kampanyasına dönüştürebilen bu acımasız güruh söz konusu Rahmi Turan gibi sorumsuz, iftira ve yalan odaklı haberciliğe sahip isimlere fosilleşene kadar sahip çıkmasını ihmal etmiyor. Eskiden müesses nizam eliyle doğrudan medyayı dizayn eden CHP, demokratikleşen Yeni Türkiye’deki gayrimeşru imtiyazlarını kaybettikçe yan yollara başvuruyor. Muhalif Gazeteci Çağlar Cilara’ya itiraf niteliğindeki “İktidar kanalları CHP’lileri yayınlarına almıyor diye CHP boykot ediyor. Ben CHP kanallarında çalıştım. O kanallarda da yasaklı CHP’li listeleri vardı. Genel Merkezin üzerini çizdiği CHP’lileri programlarıma alamazdım. Sadece Genel Merkezin istediği CHP’liler çıkardı. Kafa aynı.” tweetini sildiren yasakçı zihniyetin, Allah muhafaza iktidar olsa Kılıçdaroğlu, Tekin ve İmamoğlu’ndan yukarıda alıntıyla yer verdiğim sözleri fiiliyata hemen ertesi gün dökeceğinden hiç şüphe yok.