Varil bombalarının havayı grileştirdiği tozlu gümbürtülerle uzamış o gece ailesini mum ışığı altında topladı. Neredeyse evlerinde üç yıldır elektrik ve su yoktu. Dükkânı yıkılmıştı ve eve ekmek getirmek için her gün bir başka çabanın içerisine giriyordu. Çocukların okulları, evlerinden sürülmüş insanlara yurt olmuştu. Evlenme yaşına gelmiş büyük oğluna bir iş bulmak, bir yuva kurmak neredeyse hayaldi. Akrabalarının çoğu ya hayatını kaybetmiş ya da şehri terk etmişti. Bir karar vermesi gerekiyordu. Eşinin bir süredir boşluğa bakan gözleriyle temas kurmaya çalıştı. İnsandı ve kaderinin yükünü paylaşacak bir yoldaş arıyordu. Kalmak ve tutunmak ile gitmek ve savrulmak arasında acıtıcı bir med-cezirle küçükleri kucağına alıp kollarıyla sardı, içindeki kararsızlığı hissettirmemeye çalışarak büyük oğlunun gözlerine baktı ve; “Gidiyoruz” dedi.
Her gün dünya üzerinde yaşayan on binlerce insan bu ağır kararı bireysel ya da toplumsal olarak alıyor ve yurtlarını terk ediyor, ya da terke zorlanıyor. Göçmen, kaçak, mülteci, sığınmacı nasıl tanımlarsak tanımlayalım yurtlarını terk eden bu insanlar için bu karardan sonraki hayatları risklere açık, bilinmezlerle dolu ve çoğu kez de dramatik bir sürece dönüşüyor.
Uluslararası Af Örgütü verilerine göre dünya nüfusunun %3'ne tekabül eden 230 milyon insan doğduğu ülke dışındaki bir coğrafyada yaşıyor. BM Mülteci Yüksek Komiserliği UNHCR verilerine göre ise 2014 yılı içerisinde günde 42.500 kişi mülteci olmuş durumda. UNHCR'nin Küresel Eğilimler raporu 2014 yılında yerlerinden edilen insan sayısını 4 yılda 4 kat artışla 13.9 milyon olarak açıkladı. Bu gün dünya genelinde 19.5 milyon'u ülke dışı olmak üzere yaklaşık 60 milyon insan mülteci olarak yaşamaktadır. Eğer mülteciler bir ülke olsaydı, dünyanın 24. kalabalık devleti olacaklardı. Bir başka önemli nokta ise bu nüfusun yarısının çocuk olduğudur.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistemin iflas etmesi, çatışma sayısını ve derinliğini arttırdı. Avrupa'nın ortasında yaşanan Yugoslavya sonrası çatışma ve katliamlar, beşinci yılına girmekte olan Suriye ve Afganistan, Irak, Yemen, Libya, Filistin, Myanmar, Somali, Orta Afrika gibi coğrafyalarda oluşan krizler açıkça gösterdi ki uluslararası sistem suçu cezalandıramıyor, çatışmayı durduramıyor, sivilleri koruyamıyor, güven tesis edemiyor. Çoğu kez de mevcut güvenlik sistemi bu krizlerin başlamasında, uzamasında ya da derinleşmesinde etkin rol oynuyor. Toplumlarda olumsuz örneklerin oluşturduğu güvensizlik duygusu, ortaya çıkan krizlerde göç dalgalarının ve sürgün faaliyetlerinin artmasına yol açıyor.
Krizlerin arka planında çoğunlukla gelişmiş ülkelerin sorunların paydaşı olmasına rağmen nüfus hareketlerinde genellikle daha az sorumlu olan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler etkileniyor. Dünya mültecilerinin %86'sı gelişmekte olan ülkelerce misafir edilirken Türkiye 2 milyonu geçen mülteci nüfusu ile Dünyada bir numaralı yerini koruyor. Finansal açıdan bakıldığında ise 2014 yılında insani yardım desteği amaçlı 24.5 milyar dolar para harcandığı görülüyor. Ancak bu miktar ihtiyacı karşılamaktan çok uzakta ve 2014 yılında BM'in koordine ettiği 19.5 milyar dolarlık çağrı ise sadece %38 karşılık bularak 7.5 milyar dolar olarak gerçekleşti.
Doğal ve insan eli ile oluşan afetlerin mağduru insanlar en temel içgüdü ile hareket ederek öncelikle kendilerine güvenli bir alan sağlamaya çalışırlar. Afetlerin yanı sıra fakirlik, özgürlüklerin kısıtlanması, iklimsel riskler gibi nedenlerle oluşan göç hareketlerinin daha güvenli, daha müreffeh, daha özgür coğrafyalara yönelmesi kaçınılmaz. Her yıl Afrika'dan Avrupa'ya geçmeye çalışırken hayatlarında ilk kez gördükleri denizlerde boğulan insanların ruh halini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Yerelde çatışmaları sonlandıramayan, insani yardım organizasyonları için koridor açamayan, gerçek ihtiyacın çok gerisinde yardımlarla krize müdahale eden uluslararası sistem ve gelişmiş ülkeler ise önceliklerini kendi risklerini azaltmaya ve duvarlarını yükseltmeye odaklıyorlar. Ancak dünyada artan adaletsizlik, çatışma, kriz ve afetler öncelikli olarak da gelişmiş ülkelerin güvenliğini gün geçtikçe daha çok tehdit edecektir.
Mültecilerin güvenli sığınma hakkı, fiziksel güvenliğin ötesinde mültecilere ülkede yasal olarak ikamet eden diğer yabancılara sağlananlarla eşit hakların verilmesi, insani temel ihtiyaçların sağlanması her zaman mümkün olmamaktadır. Bu bağlamda Türkiye'nin açık kapı insancıl politikası dünyaya da örnek olacak bir model getirmiştir. Gerek kamp şartlarında gerekse kamp dışında ikamet eden mültecilere sağlanan geçici koruma, eğitim, gıda ve sağlık hizmetleri gibi çalışmalar takdir toplamaktadır. Ancak mülteciler her yerde bu kadar şanslı değiller. Düşünce ve dolaşım özgürlüğü, işkenceye ve onur kırıcı muameleye tabi olmama gibi temel medeni haklar bakımdan mülteciler pek çok yerde kötü şartlarda yaşamakta, sosyal ve ekonomik haklar bakımından ayrımcılığa tabi tutulmaktadır.
Mültecilerin gittikçe derinleşen ve yaygınlaşan sorunları ile başa çıkabilmek için küresel bir uzlaşma gerekiyor. İnsanı önceleyen, uluslararası adil ve katılımcı bir sistem kurulması için BM Güvenlik Konseyi'ne benzer yetkilerle donatılmış bir İnsancıl Konsey kurulması etkinliği ve güveni çok arttıracaktır. Bu mekanizmanın sivillerin korunması ve insani yardım operasyonlarının güvenliğini sağlanması adına güç kullanma hakkı da olmalıdır. 2005 yılında gerçekleşen BM İnsancıl Reformu gerek finansman adalet ve sürdürülebilirliği, gerek koordinasyon gerekse tarafsızlık anlamında yeniden ele alınmalı ve tüm dünyayı kucaklayacak biçimde yeniden şekillendirilmelidir. 2016 yılında İstanbul'da ilki yapılacak olan Dünya İnsancıl Zirvesi'nin bu anlamda bir imkân sunacağını düşünüyorum. Açlar doymadıkça artık tokların da rahat edebilecekleri bir dünya olmayacağı anlaşılmalıdır.