Türkiye 15 Temmuz akşamı Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) liderliğinde başlatılan başarısız bir cuntaya şahit oldu. Cunta, paralel devlet yapılanması sürecinin nihai noktası olarak görülebilir. Dolayısıyla cuntanın hedefinde yalnızca orduyu ele geçirmek değil, tüm kurumlarıyla ülkenin devlet yapılanmasına el koymak, ülkeyi işgal etmek vardı. Bürokraside, son yıllarda sivil-asker ilişkilerinde demokratik bir çizgiye çekilen Türk Silahlı Kuvvetleri ve sivil bürokratik makamlar; siyaset kurumunda ise, ezici bir oy çoğunluyla işbaşına gelmiş AK Parti hükümeti ve halkın doğrudan oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hedefe kondu. Daha genel bir çerçevede ele alındığında ise, cuntanın hedefinde “Yeni Türkiye”nin üzerine inşa edildiği kurucu aktör, “millet iradesi” bulunmaktaydı. Halkın kendi kendini yönetimi değil, Gülen Cemaati ve farklı sol fraksiyonların oluşturduğu bir azınlığın liderliğinde bir iktidar bloğunun tahakkümü öngörüldü. Ülkenin darbeler tarihine bakıldığında, darbe süreçlerinde halk hiçbir zaman bu denli açıkça hedef alınmamış, düşmanca bir muameleye maruz kalmamıştı. Bu açıdan bu girişimin sadece demokrasiyi hedef alan bir cuntadan öte, ülkenin bağımsızlığına kasteden dışarıdan bir işgal hareketi olarak görülmesi gerekir. Millet iradesine yönelik bu saldırı karşısında farklı siyasi görüşlerden insanların sokakta bir araya gelmesi, aynı sloganları atması ve bağımsızlığın sembolü Türk bayrağı taşımaları, halkın bunu en derinlerinde bir bağımsızlık mücadelesi olarak gördüğünü teyit etmektedir.
Dolayısıyla yaşananları liberal bir çizgiden hareketle darbe olgusuna yönelik etik bir eleştiriye sıkıştırmak hata olur. Darbenin mahiyetini ve bağlamını sorgulamayan bu apolitik bakış, yaşananları siyaset dışı bir aktör olarak ordunun demokratik siyasete müdahalesi olarak görmekten öteye gidemeyecektir. Oysa yaşananlar, ordu da dahil olmak üzere siyaset kurumunun ve sivil toplumun, kökleri dışarıda olan bir örgüt tarafından demokratik-olmayan yollarla ele geçirilmeye çalışılmasıdır. Bu haliyle, buna karşı verilen tepki demokrasi mücadelesinden ziyade bir istiklal mücadelesidir. Başka bir ifadeyle bu, topyekün bir ulusal bağımsızlık mücadelesidir. Bu durum, cuntanın ulusal bir mesele olmaktan ziyade uluslararası bir mesele olduğunu gözler önüne sermektedir.
Peki neden tarihin bu noktasında Türkiye böyle bir saldırıyla karşı karşıya kaldı? Doğu açısından modern dünyanın bilindik öyküsü, Batı'nın yükselişiyle dünyanın geri kalanının kontrol altına alınması ve zenginliklerinin sömürülmesidir. Batı bu süreçte farklı kontrol mekanizmaları geliştirdi. Bazı toplumlar doğrudan sömürgeleştirildi. Bazıları ise yerli elitler eliyle kontrol altında tutuldu. Bu kontrol bazı ülkelerde çok daha doğrudan, bazılarında ise çok daha dolaylı bir nitelik arz etti. Türkiye ikinci kategoride yer almaktadır. Ülke uzunca bir süre halktan kopuk laik-milliyetçi bir elitin yönetiminde kaldı. Bu elitlerin iktidarı, yirminci yüzyılın son çeyreğinde hem değişen modernite tanımı, ekonomik model ve jeopolitik kaymalar gibi uluslararası gelişmeler hem de ulusal alanda toplumun psikolojik ve maddi anlamda güçlenmesi sonucunda zayıfladı. Bu küçük oligarşik yapı ve sivil toplum alanındaki destekçileri halkın geneli üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başladı.
1980 darbesi sonrasında başlayan süreçte Batılı güçler, laik-milliyetçi elitin yerine toplumu kontrol edebilecek yeni bir elit kadro kurmaya girişti. “Yeşil Kuşak” olarak adlandırılan bu süreç sadece Türkiye ile sınırlı değildi. Dini cemaatler ve gruplar bu süreçte dışarıdan aldıkları destekle sistemin merkezine yöneldiler. Bunlar içerisinde Gülen Cemaati zamanla ön plana çıktı. Görece yüksek organizasyon kapasitesi, reelpolitiğe herkesten fazla iman etmiş olması, söylemsel ve pratik olarak Batı'ya biatı en yüksek grup olması gibi özellikleriyle hem eski laik-milliyetçi eliti –en azından ulusalcı kanadı– hem de diğer dini-muhafazakar grupları peyderpey saf dışı bıraktı.
AK Parti iktidarı döneminde iyice palazlanan FETÖ için, bir toplumsal koalisyon özelliği gösteren AK Parti hareketi içerisinde Erdoğan çizgisi son engeldi. 2009 sonrası süreçte FETÖ, AK Parti'nin Batı'yla mesafesinin açılmasını fırsat bilerek mücadeleyi tırmandırmaya başladı. Batı da Türkiye üzerindeki kontrolünü kaybetme korkusuyla daha sert hamleler yapmak zorunda kaldı. AK Parti iktidarı süreçte yerli ve yabancı medya organlarında organize bir şekilde radikal İslam ile özdeşleştirildi. Erdoğan'ın liderliğini hedef alan bir otoriterlik ve yolsuzluk kampanyası sürdürüldü. Yargı üzerinden 17-25 Aralık operasyonu çekildi. Hem PKK hem de DAEŞ terörü ile iktidar dize getirilmeye çalışıldı. Ve en sonunda iktidarı FETÖ ve solcu müttefiklerine devretme sürecinde el yükseltilerek 15 Temmuz işgal hamlesi geldi. Ancak tüm çabalarına rağmen bu hamle de bir sonuç vermedi.
Darbe girişiminin başarısız olması sadece darbecilerin organizasyon zaafları ile açıklanamaz. Darbe girişiminin başarılı olabilmesi için bazı yapısal-toplumsal şartların yerli yerinde olması gerekiyordu. Öncelikle, halkın askerden korkarak iktidarın yanında yer almaması gerekmekteydi. Ancak Türkiye'de son yıllarda yaşanan toplumsal değişim, bir yandan güçlenen orta sınıf ve orta sınıf değerleri diğer yandan geleneksel toplumsal kesimlerin özgüven patlaması yaşaması bunu mümkün kılmadı. Yine, son 5-6 yıllık süreçte laik kesimlere yönelik devreye sokulan Erdoğan'ı “canavarlaştırma” ve AK Parti'yi kriminalize etmeye odaklanmış siyasi söylemin cuntacılara istedikleri halk desteğini sunmadığı da görüldü. Laik kesimin dikkate değer bir kısmı “izle ve gör” siyaseti takip ederek sokağa çıkıp darbe girişimine tepki göstermediği gibi cuntaya da destek çıkmadı. Bu, laik kesimde de demokrasinin şehirdeki tek ve yagane oyun olduğunun büyük ölçüde kabul edildiğini göstermektedir. Elbette bunda, laik kesimin merkezinde belli bir söylemsel ağırlığa sahip medya organlarının cuntaya en başından itibaren karşı bir tavır sergilemesinin önemini de not etmek gerekir.
Bundan sonraki süreçte bu hamleyle kendisini açık eden aktörler, olan biteni sulandırarak hedef saptırmaya ve kendilerini gizlemeye çalışacaktır. Şimdiden bazı yerli ve dış basında olan bitenin Erdoğan'ın gücünü artırmak için kurgulanmış bir “komplo” olduğu, bu kalkışmayı bahane ederek iktidarın muhalefeti daha da sindireceği ve ülkede demokrasinin daha da geriye gideceği ve yine, demokratik siyaset tartısında cuntacılar ile darbe-karşıtlarını aynı kefeye koyarak demokrasinin her halükârda kaybedeceği şeklinde kasıtlı yorumlar yapılmaktadır. Daha uzun vadede ise, 15 Temmuz'a benzer saldırıların yaşanacağı beklenmelidir. Elbette ikinci bir darbe girişimi için ivme kaybı yaşanmışsa da, iktidar ile halkın arasını açmaya yönelik hamleler yapılacaktır. Sosyal medyaya düşen, Türkiye'de iktidara yönelik wikileaks belgelerinin açıklanacağı söylentileri bu minvalde değerlendirilmelidir.
Ancak şu var ki, bu süreçte Türkiye demokrasisi cuntacı kalkışma karşısında iyi bir imtihan vererek çok daha ileri bir boyuta taşınmış oldu. Demokratik siyaset soyut bir ideal olmaktan ziyade yaşanan somut bir olgu ve gerçeklik olmaya biraz daha yaklaşmış oldu. Aynı zamanda, karşılaşılan bu ortak saldırı ve “düşman” sayesinde toplumsal gruplar arasında kader birliği üzerinden duygusal bir yakınlaşma da gerçekleşti. Bu durum, ülkede son dönemde yeniden kaşınan dindar-laik (ve de Türk-Kürt) çatışmasını hafifletti. Keza her iki tarafta da hem dindar hem de laik dünya görüşüne sahip insanlar bulunmaktaydı. Dolayısıyla yeni kamplaşma, dindarlık-laiklik ayrışmasının sınırlarını zorlayan “yerli ve milli” olanlar ile olmayanlar arasında olmaya daha fazla yaklaşacaktır.
İktidar çevrelerinin yapması gereken, 15 Temmuz sürecinde iyi bir sınav veren “yerli ve milli” toplumsal zemini daha kapsayıcı bir şekilde tanımlamaya gitmektir. Darbe girişimi için sokağa çıkanlara evinde oturup cuntaya sahip çıkmayanların da eklemlenmesi gerekmektedir. Toplumsal dışlamanın en aza indirgendiği, toplumun büyük bölümünü kapsayan bir kimlik tanımı, hazır kıta bekleyen ulusal ve uluslararası siyaset-dışı muhalif güç odaklarının elini zayıf tutacaktır. Keza savaş ilan edildikten sonra geri adım atıldığı pek görülmüş değildir.