Fransız halkının seçmen tercihleri bölgesel olarak incelendiğinde, son yıllarda birçok gelişmiş ülkede gözlemlenen seçmen refleksinin Fransa’da da belirginleştiği gözlemleniyor; kırsal ile kent arasındaki tercih farklılaşması. Bir diğer tanımlama ile bu mücadelenin ulusalcılar ile küreselciler arasında verildiği söylenebilir.
Pazar günü Fransa’da yapılan ikinci tur başkanlık seçimi sonuçları Avrupa’ya derin bir nefes aldırsa da, Fransa’nın içinde bulunduğu derin kutuplaşmayı ve her seçim güçlenen Avrupa’daki ırkçılık tehlikesini gözler önüne serdi. Yaklaşık 49 milyon seçmenin yüzde 72’sinin oy kullandığı seçimlerde mevcut Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un oyların 58,5’ini alarak ikinci defa Cumhurbaşkanı seçilmesi başarı olarak görülürken, ırkçı rakibi Marine Le Pen’in 2017 seçim sonuçlarına kıyasla oylarını 8 puan artırarak yüzde 41,5’e ulaşması ülke içerisindeki kamplaşmanın derinleştiğini gösteriyor. 2017 seçimlerini tecrübesiz bir siyasetçi olarak kazanan Macron’un ikinci döneminde daha özgüvenli hareket etmesi beklenirken, ülke içerisinde artan ekonomik ve sosyal sorunlar sebebiyle ilk dönemden daha çetin bir muhalefetle karşılaşacağı gözlemleniyor.
YÜZ SEÇMENİN DOKUZUNDAN BOŞ VEYA GEÇERSİZ OY
2017 seçimlerine kıyasla yaklaşık yüzde 8 oy kaybeden Macron, Francois Mitterrand ve Jaques Chirac’ın ardından ikinci defa Cumhurbaşkanı seçilmesiyle tarihe geçti. 2017 seçimlerine kıyasla katılım oranında yüzde 2 gibi bir düşüşün olmasının yanı sıra, asıl dikkat çekici olan sandığa giden yaklaşık her yüz seçmenden dokuzunun oyunu ‘voter blanc’ (beyaz seçmek) veya geçersiz olarak kullanması. Fransa’da oy pusulasını ‘voter blanc’ kullanarak boş atan veya oy zarfına beyaz kâğıt koyan seçmenlerin oyu, her iki adaya karşı protesto oyu olarak görülebilir. Bu sonuç Fransız seçmenin bir bölümünün sandığı protesto ettiğini, diğer bir kesimin ise ne Macron’u, ne de ırkçı aday Le Pen’i ülke sorunlarına çözüm üretebilecek lider olarak görmediğini gösteriyor.
BİTMEDİ SIRADA PARLAMENTO SEÇİMİ VAR
Bir taraftan küresel enflasyon baskısından ve bölgedeki istikrarsızlıklardan etkilenen, öte yandan derin bir siyasi ve sosyal kutuplaşma yaşayan ülke 12 ve 19 Haziran’da yapılacak olan iki turlu parlamento seçimlerine kitlendi. Yarı başkanlık sistemi ile yönetilen Fransa’da en az cumhurbaşkanı seçimleri kadar önemli olan parlamento seçimleri, ‘Cohabitation’ (birlikte yönetme) olarak tanımlanan durumun gerçekleşmesine yol açabilir. Cumhurbaşkanının mensup olduğu parti ile parlamentoda çoğunluğu kazanan partinin farklı olması durumunda oluşan ‘cohabitation’ ile ülke yönetiminin felç olması, cumhurbaşkanının özellikle dış politikada güç kaybetmesi mümkün. Fransa tarihinde 1986 ile 1988 yıllarında Sosyalist Başkan Francois Mitterrand ile Neo-Gaullist başbakan Jaques Chirac dönemi başta olmak üzere 1993 ile 1995 arasında Mitterrand ile Cumhuriyetçi Başbakan Edouard Balladur ve 1997 ile 2002 yıllarında başkan Chirac ile Sosyalist Başbakan Lionel Jospin yönetiminde üç kez ‘cohabitation’ yaşandı.
Macron ilk döneminde parlamento çoğunluğunu elinde bulundurduğu için iç ve dış politikada parlamentonun desteğini alarak adım atabildi fakat ikinci dönemde partisinin parlamento çoğunluğunu kaybetmesi durumunda özellikle dış politikada hedeflediği başarıyı elde etmesi zor gözüküyor. Parlamento seçimlerinde Macron’un liberal merkez partisi La Republique En Marche karşısında Jean-Luc Melenchons’un radikal sol partisi La France Insoumise ile Marine Le Pen’in radikal sağ partisi Rassemblement National kıyasıya yarışacak. Bölünmüş olan
Fransız solunun ittifak kurabilme olasılığı zayıf gözükse de, Macron için seçim mücadelesi her hâlükârda zorlu geçecek.
KÜRESELCİ ULUSALCI MÜCADELESİ
Fransız halkının seçmen tercihleri bölgesel olarak incelendiğinde, son yıllarda birçok gelişmiş ülkede gözlemlenen seçmen refleksinin Fransa’da da belirginleştiği gözlemleniyor; kırsal ile kent arasındaki tercih farklılaşması. Bir diğer tanımlama ile bu mücadelenin ulusalcılar ile küreselciler arasında verildiği söylenebilir. ABD’de Trump ile Biden arasında veya Almanya’da merkez partiler olan Hristiyan ve Sosyal Demokratlara karşı oylarını bazı eyaletlerde yüzde 25’lere çıkartan ırkçı parti AFD arasındaki mücadele buna örnek. Almanya’da geçmişte kırsalda yaşayan kesimin sosyal demokrat politikaları tercih etmesine karşın son yıllarda oyların küreselleşmeye karşı olan ve ulusalcılığı ön plana çıkartan ırkçı partilere verildiği görülüyor. Le Pen ile Macron arasında yaşanan kıyasıya mücadelede kırsalda yaşayan halkın Le Pen’i seçmesine karşın kentli seçmen tüm itiraz ve eleştirilere rağmen tercihini ağırlıklı olarak Macron’dan yana kullandı.
İSLAM KARŞITI POLİTİKADA AYRIŞMA YOK
Fransız halkı, Macron’un uluslararası arenada popüler bir lider olmasına karşın iç siyasette Fransız halkının sorunlarına kayıtsız kaldığını, çözüm üretemediğini düşünüyor. Küresel enerji ve gıda krizinin kırsaldaki toplumun yaşam şartlarını zorlaştırdığı gözlemleniyor. Macron, sarı yeleklilerin protestoları sonucu iç politikada zorlu süreçlerden geçmiş bir lider olarak toplumsal çatışmaya yol açan en büyük etkenin sosyal adaletsizlik ve gelir dağılımındaki eşitsizlik olduğunun farkında. Öte yandan göç, uyum ve İslam konusunda liberal Macron ile ırkçı partiler arasında söylemde farklılıklar olsa da, eylemde politik ayrışma yaşanmadığı söylenebilir.
Avrupa ülkelerinde Müslüman düşmanlığı aşırı sağ partilerin tekelinden çıkalı çok oldu. Her ne kadar ırkçı partiler Almanya, Fransa gibi ülkelerde iktidara gelmeyi başaramamış olsa da Avrupa’da Müslüman ve göçmen düşmanlığını ana akım siyasete dönüştürmeyi başardı. Macron göreve geldiğinden bu yana merkez siyasetin en önemli konularından olan İslam ve göç konusunda sözde cumhuriyet değerlerini ve laikliği güçlendirmek adına bir dizi Müslüman karşıtı politikayı yürürlüğe koyarak camileri kapattırdı. Dini okullar, dernekler ve sivil toplum kuruluşlarını marjinalleştirerek idari prosedürler ve kısıtlamalar ile radikalizmin yuvası gibi gösterdi. Macron’un seçilmesi, Fransa’da yaşayan altı milyon Müslüman için bir rahatlama oluşturmayacağı gibi, Macron’un ilk döneminde başlattığı İslam karşıtı politikaların ne yazık ki daha güçlü bir şekilde devam ettirileceği beklenebilir.
MACRON AB LİDERLİĞİNE TALİP
AB içerisinde güç merkezini oluşturan Almanya-Fransa ittifakı aynı zamanda Fransız-Alman rekabetiyle eş anlamlı. Macron ilk başkanlık döneminde AB içerisinde Merkel’in gölgesinde kalmış olsa da, ikinci döneminde bu eksikliği giderebilir. Merkel’in başbakanlığı bırakması üzerine AB liderliğinde oluşan boşluğu yeni başbakan Olaf Scholz’un doldurmasının özellikle Rusya’nın Ukrayna işgali sonrası pek mümkün olmayacağı netlik kazandı. AB içerisinde artan Rusya karşıtlığını bariz şekilde frenleyen Scholz, iç politikada sert eleştirilere maruz kalırken liderlik
vasfı da tartışma konusu yapılıyor. Yeniden seçilen Macron için bu durum önemli bir fırsat oluşturuyor.
Fransa’daki başkanlık ve parlamento seçimleri Fransa’nın AB dönem başkanlığına gölge düşürmüş olsa da, 30 Haziran’a kadar devam eden süreçte Macron’un Avrupa liderliğini pekiştirecek söylem üstünlüğü kazanması beklenebilir. Macron’un AB liderliği, Scholz’un Almanya içerisinde vaat ettiği askeri ve siyasi reformları gerçekleştirmemesi durumunda pek mümkün gözükmüyor. Fransa liderliğinde de olsa, Avrupa’yı güçlendirecek ve özerkliğini hızlandıracak Alman-Fransız ittifakının devam etmesi şart. AB içerisindeki ayrılıkçı sesler ancak güçlü bu ittifak sayesinde kontrol altında tutulabilir.