ABD Başkanı Joe Biden göreve geldiği 2020 seçim kampanyası süresince köşeye sıkıştırmaya ve uluslararası toplumdan izole etmeye çalıştığı Suudi Arabistan’a resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Göreve geldikten sonra Suudi Arabistan’a ziyarette bulunmayacağını ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman ile görüşmeyeceğini açıklayan Biden, başkan olarak ilk defa Suudi Arabistan’ın yolunu tuttu ve Muhammed bin Salman ile bir görüşme gerçekleştirdi. Bu ziyaret İsrail’den Suudi Arabistan’a direkt uçan ilk ABD Başkanı olması, geçmişteki teamüllerin aksine Kral Abdülaziz Havaalanı’nda düşük bir protokolle Mekke Valisi Prens Halid tarafından karşılanması ve Biden ile Muhammed bin Salman’ın tokalaşmaması gibi detaylarıyla dikkat çekti. Peki tüm söylemlerine rağmen Biden’ı bu noktaya getiren sebepler ve ziyaretin olası sonuçları neler? Suudi – Amerikan ilişkilerinde kötü gidişin sona erdiğini ve yeni bir dönem başladığını söylemek mümkün mü? Bu yeni dönemde ikili ilişkiler ile bölgesel ve küresel güvenlik denklemleri nasıl bir değişim yaşayacak?
Washington – Riyad arasında Biden döneminde, selefi Donald Trump başkanlığına kıyasla gözle görülür bir gerileme yaşandı. “Hesap sorma” ve “Suudi Arabistan’ı parya bir devlet haline getirme” vaatleriyle başkanlık koltuğuna oturan Biden bu siyaseti sürdüremedi ve göreve başlamasını takip eden ikinci yılın sonunda Kral Salman bin Abdulaziz’in daveti üzerine ilk kez Suudi Arabistan’a gitti. Biden’ı Cidde’ye götüren nedenlerin başında Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali sonrası küresel enerji piyasalarında oluşan çalkantılı atmosfer ve Körfez’de ABD’den doğan boşluğun rakiplerce doldurulabilmesi riski öncelikli yer tutmaktadır. Bu rekabet ve istikrarsızlık ortamında dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olan Suudi Arabistan’ın jeopolitik önemi kaçınılmaz şekilde artmıştır. Fakat Demokrat Obama’nın Körfez’deki Amerikan askeri varlığını azaltma veya farklı bölgelere kaydırma stratejisi, taraflar arasında yıllardır sürdürülen “güvenlik karşılığında petrol” işbirliğini sekteye uğratmıştır. Güvenlik ihtiyaçları konusunda Körfez ülkelerine talep edilen desteği sağlamayan Washington’ın, petrol arzı gibi kritik konularda, keşfedilmiş rezervlerin yarıdan fazlasını elinde tutan bu rejimleri yönlendirebilme şansı çok azdır.
Biden her ne kadar “rakiplerimize doldurabilecekleri boşluk bırakmayacağız” mesajı vermişse de Suudi cephesinden bakıldığında ABD’den doğan güç boşluğunun Çin ile kapatılmaya çalışıldığı görülmektedir. İran’ın nükleer faaliyetleri ve yayılmacı politikalarıyla mücadele eden Suudiler, başarısız insan hakları sicili dolayısıyla Batılı ülkelerden aradığı desteği almak şöyle dursun, kısıtlama ve yaptırımlara uğramaktadır. Krallıkta konuşlu hava savunma sistemlerinin bir süre geri çekilmesi, Husilerin Riyad ve Cidde gibi Krallığın merkezlerine ya da Dahran gibi petrol endüstrisinin merkezindeki tesislere hava saldırıları yapabilecek kapasiteye erişmesi ve Husileri ‘terör örgütü’ olarak kabul eden kararın Biden yönetimince kaldırılması Riyad’ın güvenlik kaygılarını derinleştirmiştir. Tüm bu yaşananlar sonucu ABD’ye duyulan güvenin sarsılması; ortaklarının politikalarını daha az sorgulayan, insan hakları hassasiyeti düşük ve taraf olmaktan uzak duran Çin adına Arap Yarımadası gibi dünyanın en önemli silah pazarındaki payını genişletme fırsatı sunmuştur. Pekin yönetimi de bu fırsatı iyi değerlendirmiş, Riyad ile balistik füze geliştirme gibi konularda dahi iş birliğine gitmiştir.
1945'te Süveyş Kanalı üzerindeki USS Quincy destroyerinde Başkan Roosevelt ve Kral Abdulaziz arasında başlayan petrol ve güvenlik temelli ittifak, Obama ve Biden dönemlerinde bir kez daha zorlu aşamalardan geçti. Buna rağmen ABD’nin bölgede yarattığı boşluğu tam manasıyla doldurabilecek bir başka aktörün varlığından bahsetmek hala mümkün değildir. İran’ın nükleer faaliyetlerinin sınırlandırılması, Filistin meselesi, İsrail’in bölge ülkeleriyle normalleşmesi ve Yemen’de 2015’ten beri devam eden savaşın etkileri tarafların gündemini meşgul ediyor. Ukrayna işgali sonrası petrol fiyatlarında yaşanan artış hem pandemide sarsılan küresel ekonomiyi yeni bir bunalıma sokmuş hem de Moskova’nın ofansif politikaları için ek finansman sağlamıştır. Dolayısıyla petrol fiyatlarının normale dönmesi, gerek küresel enflasyonu gerekse Rus saldırganlığını durdurmak için anahtar niteliğindedir. Ayrıca petrol arzındaki istikrarsızlığın yaratabileceği global resesyon, Suudilerin sürdürülebilir kalkınma planlarını baltalama riskini de bünyesinde barındırmaktadır. Bu doğrultuda ziyaret sonrası geçtiğimiz Haziran ayında açıklandığı şekliyle Saudi Aramco’nun üretim kapasitesini yüzde 20’ye yakın bir artışla günlük 13 milyon varile çıkaracağı tekrarlandı. Bunun ani bir karar olmadığını ve belirtilen kapasiteye 2027 yılında geçileceğini de dipnot olarak eklemekte fayda var. Biden petrol arzı ile ilgili bu artıştan tatmin olmuş mudur bilinmez lakin bölgedeki güç boşluğunun fırsat vereceği bir sıcak çatışmanın zaten kırılgan durumdaki petrol arzını derinden sarsması ve piyasaları vurması ihtimali tedirginlik yaratmaktadır.
Çin ve Rusya’nın İran ile ilişkileri sebebiyle Suudiler için alternatif olarak kalması olasıdır. Veliaht Prens de “Amerika’nın askeri ve siyasi desteği olmadan ülkesinin bölgede aradığı barış ve istikrarın zorluğunu” vurgulamıştır. Yemen’de saplanılan bataklıktan çıkış için de Washington’ın siyasi ve askeri desteği kritik önem taşımaktadır. Bölgeyi bilen, sivil halkla iç içe geçmiş ve motivasyonu yüksek düşmanla asimetrik savaş yürütmek konusunda Suudilerin yeterli olmadığı gerçeği sahada görülmektedir. Çıkış yolu ise ABD’nin doğrudan asker konuşlandırmasa dahi istihbarat paylaşımı, taktik destek, savunma sanayiindeki ihracat kısıtlamalarının esnetilmesi ve hava sahasının İsrail’in de dahil olabileceği ‘Ortadoğu Hava Savunma İttifakı’ gibi organizasyonlarla korunabilmesinden geçmektedir.
Günün sonunda Biden’ın Cidde’den istediğini alarak döndüğünü söylemek mümkün değildir. Demokratların Körfez ülkelerine yönelik “sorumluluk üstlenmeden, egemenlik sürdürme” stratejisi reel politikte karşılık bulmamıştır. Suudiler de Körfez’de İran’ı sınırlandırabilecek ve potansiyel bir askeri çatışmaya müdahale edebilecek güçlü bir ABD varlığını görmeden mevcut siyasetinden geri adım atmayacaktır. Bölgedeki olası Çin veya Rus etkinliğinin önlenebilmesi, müttefikler arasında oluşan bu güvensizlik ikliminin sonlandırılmasına bağlıdır.