Brüksel'de Almanya ve Fransa merkezli cephe, güneyde italya ispanya ve portekizle fikir ayrılıkları yaşıyor. Doğu Avrupa ülkeler ise AB'nin boyunduruğundan çıkmanın yollarını arıyor.
Brüksel'de Almanya ve Fransa merkezli cephe, güneyde italya ispanya ve portekizle fikir ayrılıkları yaşıyor. Doğu Avrupa ülkeler ise AB'nin boyunduruğundan çıkmanın yollarını arıyor.2009’da Avro Bölgesi krizinin başlangıcı sonrası, durdurulamayan göç, koronavirüs pandemisi ve ardından gelen Ukrayna savaşıyla krizden krize savrulan Avrupa Birliği (AB) dağılma emareleri gösteriyor. Rekor enflasyon, enerji krizi, güvenlik politikalarındaki anlaşmazlık, üye ülkeler ile Brüksel bürokrasisi arasında çatışma, aşırı sağın siyasetin merkezine yürümesi, Birlik için alarm zillerinin çalmasına neden oluyor. Brüksel merkezli düşünce kuruluşu Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin (ECFR), 14 AB ülkesinde 60 bin kişiyle gerçekleştirdiği anket, AB üyesi ülke vatandaşlarının yüzde 40’ının, Birlik’in 10-20 yıllık süre zarfında dağılabileceğine inandığını ortaya koydu. Brexit sonrası Italexit ve Polexit de (İtalya ve Polonya’nın AB’den çıkışı) sıkça gündeme geliyor ve alternatif arayışlarını hızlandırıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un yeni bir “siyasi birlik” önerisi (Avrupa Siyasi Topluluğu) ile ortaya çıkması, Almanya Başbakanı’nın 36 üyeli yeni bir AB yapısı önermesi Brüksel için çözülme kuşkularını kanıtlar nitelikte.
Ukrayna’daki savaşla birlikte Rusya’nın gazı kesmesi sonucu Avrupa genelinde enerji fiyatları tavan yaptı ve üretim sekteye uğradı. Yükselen enerji fiyatlarına ne hükümetler, ne de Brüksel net bir çözüm üretemezken, alternatif olarak Asya ve Afrika’dan gaz tedariki amacıyla atılan adımlar, yaklaşan kış öncesi, kısa vadede yaraya merhem olmadı. Almanya’nın başını çektiği Avrupa’nın Kuzey ülkeleri, kışı atlatmak için, üye ülkelerin tümünden gönüllülük esasına göre tükettikleri gazın yüzde 15’inden kesintiye gitmesini istedi. İspanya, Portekiz, İtalya’nın öncülüğünde AB’nin güney bloku, Rus gazına Almanya kadar bağımlı olmadıklarını, kendi ulusal alternatif politikaları olduğunu ve Rus gazıyla bugüne kadar sefa süren Almanya’nın düştüğü güç durumda cefayı üstlenmeyeceklerini belirtti. Almanya, senelerce alternatif projeleri yok saymış, Rus gazına aşırı bağımlılık uyarılarına rağmen, Moskova ile enerji projelerinde ısrarcı olmuştu. Rus gazına yüzde 10 bağımlı olan İspanya’nın Enerji Bakanı Teresa Ribera, o dönem bağımlık oranı yüzde 50 olan Almanya’yı işaret ederek, “Biz ödevimizi yaptık” demiş, ve “Almanya’yı kurtarma planına” karşı olduklarını bildirmişti. Birlik içinde uzlaşılmaya çalışılan son formül ise doğal gaz tüketimine tavan fiyat getirilmesi. Ekim ayının başından beri devam eden görüşmelerde de 15 ülke tavan fiyat konusunda fikir birliği sağlarken, 12 ülke bu plana karşı çıkıyor. Gaz tüketimine tavan fiyat konulmasına karşı olan ülkeler, uygulamanın enerji arz güvenliğini riske sokacağı görüşünde. Planın özellikle kış aylarında doğal gaz tedarikine zarar verebileceğini düşünülüyor.
16 senelik başbakanlık görevinden emekli olan Almanya Başbakanı Angela Merkel sonrası AB içerisinde oluşan otorite boşluğu, halihazırda birliğe aidiyet duygusu zayıf olan Doğu Avrupa ülkelerinde, Brüksel’in yerini Washington’un tercih edilmesine yol açtı. AB içerisinde ikinci sınıf üye muamelesi gören Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle güvenlik politikalarında ABD’ye yöneldi. AB’nin Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi çeperdeki üye ülkelere hukuki dayatmalarda bulunması, Doğu ve Batı arasındaki ayrışmayı besleyen bir diğer etmen. Polonya mahkemesinin, AB yasalarının ülke yasalarının üstünde olamayacağına dair kararı, üye ülkeler arasında büyük sorgulamalara iten tartışmaların alevlenmesine neden oldu. Avrupa medyasında Brexit’ten sonra Polexit’in gündeme gelebileceği yorumları yer aldı. AB’nin LGBT haklarına ilişkin dayatmalarına karşı mücadele veren Macaristan’dan da Polonya’ya destek geldi. “AB’de dağılmanın başlangıcı” olarak görülen Brexit sonrası Fransa ve Almanya’nın birlik içinde liderlik yarışına girmesi de, Brüksel’de çözülmeyi tetikleyen bir başka faktör olarak göze çarpıyor. ABD’nin Doğu kanadındaki Polonya, Çekya, Macaristan ve Romanya gibi ülkelere askeri desteğini artırması da söz konusu devletlerin AB’yi artık güvenilir bir ortak görmemesini ispatlar nitelikte.
AB içindeki en derin krizlerden biri de, üye devletlerin münferit dış politika yaklaşımlarının birlikle çelişmesi. Ukrayna Savaşı patlak verdikten sonra Rus gazına bağımlılığı yüzünden Avrupa ülkesi Ukrayna’yı askeri anlamda desteklemeyi uzun bir süre reddeden Almanya, eleştirilerin odağında yer almıştı. Rusya’nın son günlerdeki nükleer çıkışına karşın Macron’un birlik dışı tavır alacağını açıklaması da, eleştirilen bir başka münferit yaklaşım olmuştu. 12 Ekim’de Fransız devlet kanalı “France2”ye verdiği demeçte Fransız lider, Rusya’nın nükleer silah kullanma ihtimaline karşılık ülkesinin bu tür bir saldırıya nükleer değil konvansiyonel yöntemlerle yanıt vereceğini açıklamış, Avrupa ülkeleri Macron’u Rusya’ya karşı caydırıcılığı sulandırmakla suçlamıştı. Macaristan’ın, enerji konusunda bağımlı olduğu Rusya’ya karşı diğer Avrupa ülkelerinin aksine agresif bir tutum sergilemekten çekiniyor oluşu ve yaptırımlara karşı çıkması örneklerden bir diğeri. Bu yüzden sıkça eleştirilen Viktor Orban liderliğindeki hükümet, AB içinde birçok konuda Brüksel’den farklı tutum sergiliyor. Göçü teşvik eden AB kalkınma paketini veto eden Budapeşte yönetimi, Polonya’ya uygulanacak yaptırım kararlarına karşı çıkmıştı. 2020 yılında da Orban yönetimi, AB’nin hazırladığı Kovid-19 yardımlarının ülkelerin demokratik değerlere bağlılığına göre yapılması planını ve birliğin 7 yıllık bütçesini, Polonya ile beraber veto etmişti. Son olarak Yunanistan’ın AB genelinde uygulanan Rus petrolüne ambargo kararına riayet etmemesi ve Yunanistanlı armatörlerin Rus petrolünü taşımaya devam etmesinin ortaya çıkması, Brüksel’in caydırıcılıktan ve birliktelik duygusundan ne kadar uzaklaştığını gözler önüne serdi.
Brexit sonrası AB değerlerine güvensizlik had safhaya yükselirken, göç ve İslam karşıtı olduğu kadar AB karşıtı da olan aşırı sağ, sosyal demokrasinin anavatanı sayılan İskandinav ülkelerine kadar ulaştı. Brüksel’in ülkeleri boyunduruk altına aldığını ve milli kimliklerini zedelediğini iddia eden aşırı sağ, ilk büyük zaferini de İtalya’da elde etti. İtalya’da faşizmin sembol ismi “Mussolini’nin torunu” benzetmesi yapılan Giorgia Meloni liderliğindeki İtalya aşırı sağı, iktidar koltuğuna oturdu. Kamuoyu önünde yaptığı konuşmalarda AB’nin birçok politikasını eleştiren Meloni’nin Brüksel’den ayrıştığı biliniyor. İsveç’te, eylül ayında yapılan seçimlerde aşırı sağ görüşlü İsveç Demokratlar Partisi, oy oranını yüzde 20,5’e kadar yükselterek ülkenin 2. büyük partisi konumuna yükseldi ve iktidarın büyük ortağı oldu. Fransa’da nisan ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, aşırı sağcı Marine Le Pen’in oylarını artırdığı tarihi bir seçim” olarak kayıtlara geçti. Almanya’da 2017’deki genel seçimde ilk kez federal meclise giren Almanya için Alternatif (AfD) de Avrupa’da son yıllarda dikkat çeken bir başka aşırı sağ görüşlü parti oldu. Avusturya’da Nazi uzantıları tarafından kurulan Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), ülkenin aşırı sağ partisi olarak son yıllarda adından söz ettirdi.
İtalya’da, 25 Eylül’deki seçimleri kazanan aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisinin (FdI) lideri Giorgia Meloni, sağ koalisyon hükümetini kurdu. Meloni, sağ ittifak içinde ortaklık yaptığı partilerden Forza Italia’nın başkan yardımcısı Antonio Tajani’yi Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerine getirdi. Bir diğer ortak Lig Partisinin lideri Matteo Salvini de Başbakan Yardımcılığı ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı görevlerine atandı. Savunma Bakanlığına FdI’den Guido Crosetto, Adalet Bakanlığına FdI’den Carlo Nordio, İçişleri Bakanlığına Matteo Piantedosi getirildi.