T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 25 TEMMUZ 2006 SALI | ||
|
Türkiye'nin en iyi haber portali "haber7.com"da son Bediüzzaman yazım dolayısıyla yapılan tartışmalar, Bediüzzaman'ın anlaşılmadığı görüşümü doğrulamış oldu. Müslümanların en temel meselesi, "dil" meselesidir; yani İslâm'ı anlayarak ve hayatımıza aktararak müslümanca varoluş, yaşayış, duyuş, söyleyiş ve düşünüş biçimleri vücûda getirebilme meselesi. Bu ise, bir plastisite ("yoğur/ul/ma"), bir usûl meselesidir. Dil meselesini de, Bediüzzaman'ı da anlayabilmenin yolu, İslâm'ın sunduğu, çağımızda Bediüzzaman'ın yeniden hayat ve hayatiyet kazandırdığı iki dile de vakıf ve hâkim olabilmekten geçiyor. İki dil'e vakıf olmanın yolu ise, İslâm'a ve Bediüzzaman'a kapanmak; İslâm'ı, Bediüzzaman'ı ve kendimizi tüm dünyaya kapatmak yerine; -tıpkı Bediüzzaman'ın dört çağın adamı olarak yaptığı gibi- bütün zamanları seferber edebilecek, bütün zamanları kendi çocuğumuz kılabilecek, bütün zamanların çocuğu olmamızı sağlayabilecek emîn bir düzlüğe ve yolculuğa çıkmaktan geçiyor. Eğer bu iki dil'den mahrumsak ve bütün çağları seferber edebilecek emîn bir yolculuğa çık/a/mamışsak, İslâm'ı, dolayısıyla Bediüzzaman'ı anlamaktan ve tüm dünyaya tam olarak anlatmaktan / aktarmaktan mahrum olacağımızı bil/e/miyoruz bile. O yüzden, üstümüze bombalar yağdırıyorlar ve biz hiçbir bir şey yapamıyoruz. Kur'ân'ı, yalnızca Kur'ân'ı okuyarak anlayabilir miyiz? Hayır. Anladığımızı zannederiz sadece. Kur'ân'ı tam olarak anlayabilmemiz için, "yaşayan Kur'ân"ın (Hz. Peygamber'in) tavassutuna ihtiyacımız vardır. Hz. Peygamber'in tavassut etmediği bir Kur'ân okuması, -iki dil'in asıl kaynağı ve yansıması olan- İslâm'ın hayat bulduğu (=kavram / zihin dünyamızın teşekkül ettiği birinci dil'in vasatı olan Mekke dönemi'nin) ve İslâm'ın hayat olduğu (=hayat-dünyamızın teşekkül ettiği ikinci dil'in vasatı olan Medine döneminin, yani) çift yönlü işleyen ve kurulan bir vasatın ürünü olan bir okuma olmayacaktır. Bizim şu ân içinde "sürüklendiğimiz" mevcut seküler vasatımızın ürünü olan ve iki dil'den de yoksun olarak yaptığımız "boş" ve "dilsiz" bir Kur'ân okuması olacaktır: Kur'ân'ın, bize bir şey söylemediği; aksine seküler idrak biçimlerimizi Kur'ân'a giydirerek Kur'ân'a, -Kur'ân'la ilgisi olmayan- şeyler söylettiğimiz; dolayısıyla İslâm'a teslim olduğumuz değil, İslâm'ı teslim aldığımız çarpık bir okuma biçimi. Burada bugüne kadar farkına varamadığımız yakıcı bir soruna dikkat çekiyorum: Dil sorununa. Bediüzzaman'ın anladığı ve gerçekleştirdiği anlamda bir dil sorunu bu: İki dil'i aynı anda seferber edemediğimiz sürece, Kur'ân bize kendini ifşâ etmeyecektir. Neden? Plastisitemizi (anlama ve aktarma kabiliyetlerimizi ve usûllerimizi) yitirdiğimiz için. Plastisite, ancak bir vasatta varkılınabilir. Eğer vasat yoksa, plastisite geliştirilemez. Dahası, bir vasat oluşturmak, her şeyden önce, bir plasitisite işidir. "Plastik", dolayısıyla "çaplı" eser ve değer üreten büyük insanlar, ancak o eseri ve değeri üretmeyi mümkün kılacak vasatlar var olduğu için üretebilirler onları. Bir Sinan'ı, bir Descartes'ı, bir Itrî'yi, bir Kant'ı, bir Hafız'ı, bir Mozart'ı, Mahler'i, Gazali'yi, Joyce'u, Razi'yi düşünün. Ve şu soruyu sorun: Bugün bir Sinan yoksa, bir Itrî yoksa, bir Hafız yoksa; neden yoktur? Bunun nedeni, bir Sinan, bir Itrî, bir Hafız çıkarmamızı mümkün kılacak vasatın (iki dil'in) olmamasıdır. Vasatın, büyük bir eser ve sanatçı / düşünür vücûda getirebilmesi, çağımızda yalnızca Bediüzzaman'ın geliştirdiğini söylediğim iki dil'in mevcut kılınmasıyla mümkündür. Bütün büyük sanat atılımları, büyük fikir atılımları, büyük medeniyet atılımları, onları varkılan vasat (iki dil) varolduğu için hayat bulur ve vasatın sahiciliğiyle orantılı olarak hayat olur. İşte Hz. Peygamber, bize Kur'ân'la vaz' edilen İslâm'ın ruhunu, Mekke döneminde hayat buldurtan, Medine döneminde ise hayat oldurtan bir vasat kuran bir "vasıta", bir elçi, bir haberci; dolayısıyla bir plastisite / usûl mimarıdır. Hz. Peygamber son peygamberdir; "âlimler, peygamberlerin vârisleridir". İşte üstad Bediüzzaman, İslâm ilim ve düşünce geleneğinin son halkası olarak bize peygamberî sözü ve soluğu yeniden üfleyen iki dil kurduğu, dolayısıyla bir plastisite / usûl mimarı olduğu için; bu iki dili kavramadan Bediüzzaman'ın da, İslâm'ın da bize ne söylediğini anlamamız zordur, diyorum.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |