T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
S İ N E M A 17 MART 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

SİNEMA
Ali Murat GÜVEN

Biraz Hitchcock, biraz Fincher... Ama özünde 'doğulu'...

Türk sinemasının son on yıldır en çok tartışılan yönetmenlerinden biri olan Mustafa Altıoklar'ın "psikolojik polisiye gerilim" türündeki son filmi bugünden itibaren salonlarda görücüye çıkıyor.

"Beyza'nın Kadınları"
2005 Türkiye Yapımı
Süre: 137 Dakika
Yönetmen: Mustafa Altıoklar Oyuncular: Demet Evgar, Tamer Karadağlı, Levent Üzümcü, Mine Çayıroğlu, Salih Güney
Özel Sınırlamalar: İçerdiği şiddet ve cinsellik nedeniyle, Kültür ve Turizm Bakanlığı kararıyla 18 yaşından küçüklerin izlemesi yasaktır.
Dağıtıcı: UIP
3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer' 3 Yıldız: 'Hayatınızdan bir kaç saat vermeye değer'
Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde şiddet var Bir kaç bölümde cinsellik/çıplaklık var Bir kaç bölümde cinsellik/çıplaklık var Bir kaç bölümde cinsellik/çıplaklık var Bir kaç bölümde argo var Bir kaç bölümde argo var Bir kaç bölümde argo var

Psikiyatr kocasına aşkla bağlı olan Beyza Türker'in hayatı, yaşamaya başladığı tuhaf bilinç kayıplarıyla kısa sürede altüst olur. Bu arada, İstanbul'un çeşitli semtlerinde bulunan kesilmiş bacaklar yüzünden, şehri "seri katil korkusu" sarmıştır. Cinayetleri araştıran Komiser Fatih, Beyza'nın da eşi olan yeni iş ortağı Doruk Türker ile tanışır. ABD'de eğitim gören ve FBI'da çalışan Doruk, bu ilginç soruşturmada seri cinayet uzmanı olarak görevlendirilmiştir. Komiser Fatih ve Doruk katili ararlarken, Beyza da bir türlü hatırlayamadığı kayıp zamanlarının peşine düşecektir. Ve genç kadın en sonunda ürkütücü gerçekle yüzleşir. Öldürülen kurbanlarla arasında kendisinin bile çözemediği bir ilişki bulunmaktadır.

Türk sinemasının son on yıldır en çok tartışılan yönetmenlerinden biri olan Mustafa Altıoklar'ın "psikolojik polisiye gerilim" türündeki son filmi bugünden itibaren salonlarda görücüye çıkıyor. Yönetmenin biz sinema editörlerinden özel ricası gereği, sürpriz bir final ile noktalanan filmin öyküsünü sizlere derinlemesine aktaramıyorum. O nedenle, "Beyza'nın Kadınları"na doğrudan senaryosu üzerinden değil, daha ziyade sinemasal özellikleri açısından bir yorum getirmek durumundayım.

Gereksiz öykünmeler de olmasa...

Şu bir gerçek ki Mustafa Altıoklar, 1990'ların başlarından itibaren, çektiği her filminde yeni yeni anlatım biçimleri ve üst düzeyde bir sinematografik kalite tutturma çabasındaki bir yönetmen.
Mustafa Altıoklar, Türkiye'nin ilk gerçek psikolojik polisiye gerilim filmini çekmenin gururunu taşıdığını belirtiyor.
"İstanbul Kanatlarımın Altında"dan beri bütün anlatılarında elinin ve bütçesinin uzanabildiği her türlü teknik zenginliği -sözgelimi farklı ses, görüntü, ışık ve kurgu oyunlarını, ülkemiz sinemasında görmeye pek alışık olmadığımız çeşitli özel efektleri- öykülerine coşkuyla eklemliyor. Ancak, kamerasıyla "kaliteli resim" elde etmeyi seven bu sanatçının, kimi zaman etkileyici bir plan yakalama adına öyküsünün iç tutarlılığını bile geri plana atması sözkonusu olabilmekte...

Bu son filminde de zaman zaman "biçim"i "öz"e (ve de gerçekliğe) feda etme huyunun bir dizi olumsuz yansımalarını gördüm. Türkiye gibi bir ülkede olabilirliği son derece tartışmalı kimi sahneler beni rahatsız etti ve bu düşüncemi düzenlediği basın toplantısında doğrudan doğruya kendisine de dostça ilettim. Bunun en uç örneği ise bütün insanî duygularını yitirmiş durumdaki pervasız fahişenin kendi kız çocuğunun bulunduğu bir odada "müşteri ağırlama" sahnesiydi ki izleyiciyi can evinden vurmak adına kurgulanmış olan bu sahnenin Türkiye'nin fahişelik alt kültüründe bile yeri olamayacağına inanıyorum. Çünkü bu ülkenin fahişeleri bile Müslüman bir doğu ülkesinin genetik reflekslerine sahipler. Çoğunun Ramazan ayında oruç tutması ve çalışmaya ara vermesi bile bunun ilginç birer göstergesi değil mi?

Aynı şekilde, tarihî mezar taşları arasında ufak tefek tesettürlü bir kadının ardından giden Komiser Fatih'in âdeta azılı bir teröristi takip edercesine silahıyla nişan alarak koşturmasının gündelik hayattaki gerçek polis reflekslerinde kesinlikle karşılığı yok. Ya Tamer Karadağlı'ya polis davranışları konusunda yeterince gözlem yapma şansı verilmemiş, ya da bu alanda Emniyet'ten yeterli danışmanlık hizmeti alınmamış. Bu arada, yine Komiser Fatih'in "final sahnesindeki cinayeti örtbas edip bizzat üstlenme" tercihi de bence son derece yersiz bir davranıştı. Deneyimli bir polis kendisini neden bir başkasının işlediği cinayeti -görünürde hiç bir gereklilik yokken- üstlenmek zorunda hissetsin ki?

Bunun yanısıra, filmin daha jenerikten itibaren David Fincher'in "Yedi"sinin çokça etkisi altında kalmasını da Altıoklar gibi kendine has bakış açısına sahip yetenekli bir yönetmen adına oldukça gereksiz bulduğumu da belirtmeliyim. Baş kahramanı Komiser Fatih'in kişiliğinde müthiş keyifli bir yerellik yakalamış olan böylesi güzel bir filmin sanat yönetiminde bu denli yoğun bir Fincher etkisi neyin nesidir, doğrusu kesinlikle çözebilmiş değilim. Bu öykü "Yedi"ye benzemeden de aynı düzeyde (dahası, bana kalırsa çok daha fazla) etkileyici olabilirdi. Çünkü İstanbul, gizemlerle dolu cinai bir öykü için -ne yazık ki- New York'tan daha az tekinsiz bir şehir değil artık.

Aynı şekilde film, türü itibarıyla "Sapık"tan "Yükseklik Korkusu"na uzanan geniş bir yelpazede, Alfred Hitchock sinemasından ödünç alınmış öğeler de içermekte; fakat bunlar saydığım diğer benzerlikler gibi "kör parmağım gözüne" düzeyinde değil.

Yüksek teknik kalite ve başarılı efektler

"Beyza'nın Kadınları", onu izlemeye başladığınız andan itibaren beyninizde çok güçlü bir "deja vu" duygusu uyandırıyor. Ancak, bu yoğun tanıdıklık hissi, yabancı polisiyelerle arasındaki anılan benzerliklerin ötesinde, bütünüyle Altıoklar'ın da kabahati değil. Bizlerin şimdiye kadar batı sinemasında benzer türde sayısız film izlememizden kaynaklanan bir dezavantaj sözkonusu. Yoksa, Altıoklar'ın sinemamız adına, bir kaç gereksiz öykünme haricinde genel hatlarıyla yenilikçi bir projeye imza attığı kesin.

Buna karşılık, saydığım olumsuz yönleri "Beyza'nın Kadınları"na, genel klasmandaki artılarından yine de pek fazla şey kaybettirmiyor. Türk sinemasının "psikolojik polisiye gerilim" anlamındaki ilk ciddi örneklerinden biriyle karşı karşıyayız. Geniş perde formatındaki film, ses ve görüntü kaydı açısından herhangi bir Amerikan filminden farksız kalitede. Ki bu son yıllarda çekilen hemen bütün Türk filmlerinde gördüğümüz, hepimizi ziyadesiyle mutlu eden bir teknik sıçramanın habercisi...

Asıl mesleği hekimlik olan Altıoklar, bundan önceki kimi filmlerinde de olduğu gibi bu filminde de çeşitli yerlerde ortaya çıkartılan ceset parçaları ve bunlara ilşikin otopsi sahnelerinde tıbbî açıdan güçlü bir gerçeklik duygusu yakalamayı başarmış. Özellikle de film için silikon ya da plastik türevi çeşitli sinemasal hammaddelerden üretilmiş kesik bacakların gerçek insan dokularıyla olağanüstü benzerliği ve bu anlamdaki tüyler ürpertici inandırıcılıkları, sinemamızın bir diğer ihmal edilmiş alanı olan "özel efekt" sanatının ulaştığı nokta adına gerçekten takdire şâyan.

Rollerine cuk oturmuş oyuncular

Filmin merkezindeki Beyza karakterini canlardıran Demet Evgar, tartışmasız biçimde öyküyü sırtlayan, gerçekten harika bir oyunculuk sergiliyor. Bu rol, yakın gelecekte bir ödülle taçlandırılmazsa şaşarım doğrusu. Aynı şekilde, tatsız tuzsuz bilimsel verilerden ziyade sezgileri ve deneyimleriyle hareket eden "doğu mantıklı" bir Türk polisini canlandıran Tamer Karadağlı'yı da filmdeki performansı nedeniyle ayakta alkışlıyorum. Kendisi, "Çocuklar Duymasın"ın maço babasını Emniyet Teşkilâtı'ndaki gelenekçi komiser kimliğine çok başarılı bir biçimde taşımış. Keza, Levent Üzümcü'nün canlandırdığı Amerikan kriminal ekolünden gelme snob psikiyatr kişiliği de Üzümcü'nün "yuppie" fizyonomisine cuk oturmuş. Ancak, aynı doğallığın bir hayat kadınını canlandıran Mine Çayıroğlu'nda olmadığını, Çayıroğlu'nun jest ve mimikleriyle işi birazcık abarttığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Yılların aktörü sevgili Salih Güney ise nisbeten kısa rolünde özgün fiziğiyle oldukça şık bir polis müdürü portresi çiziyor.

Bir de filmde o kısacık "müşkülpesent okul müdürü" rolünü inanılmaz bir gerçeklikle canlandıran, adını ne yazık ki bitiş jeneriğinde yakalayamadığım meçhul oyuncuyu kutlamam gerek. Bir aktör, tipik bir Türk devlet memurunu ancak bu denli güzel oynayabilirdi.

"Beyza'nın Kadınları", sinemamızın uzun yıllar boyunca ele almaya cesaret edemediği zor bir türde attığı cesur adımlarla belli bir ilgiyi hak eden, genel hatlarıyla ilginç ve zarif bir film. Ancak içerdiği şiddet ve cinsellik öğeleri nedeniyle yalnızca erişkin izleyicilere tavsiye edilebilecek bir yapım. Fırsatını bulursanız görmeye çalışın.

EKSTRA YORUM
Son yılların en rezil filmi

Yönetmen Eli Roth'un Quentin Tarantino'nun yapımcılığında gerçekleştirdiği "Hostel"i, içerdiği akıl almaz şiddet, pornografi ve türlü türlü psikopatlık gösterilerinin yanısıra, Hollywood usûlü karacahil bir ırkçılığın da bütün temel kılişelerini utanmadan beyazperdeye taşıyor.

Avrupa'da gezmek ve bu arada da yabancı kadınlarla bol bol gönül eğlendirmek isteyen biri İzlandalı, ikisi Amerikalı üç öğrencinin, "oranın kızları çok güzel ve aynı zamanda da kolay tavlanıyorlar" şeklinde bir tavsiyeye uyarak geldikleri Slovakya'da, bir binanın bodrum katına hapsedilip birbirinden vahşi yöntemlerle insan öldüren bir çetenin eline düşmesinin öyküsü...

Aslında bu değerlendirme yazısı geçtiğimiz cuma günü yayınlanacaktı. Ancak bir önceki manşetimizi Oscar kazanan "Crash"e (Çarpışma) ayırdığımızdan ve sayfamızın alt tarafları da genişçe bir ilanla kaplandığından dolayı, 10 Mart'ta gösterime giren bu akıl almaz iğrençlikteki filmin değerlendirmesini zorunlu olarak bu haftaya kaydırmak durumunda kaldım.

Bilindiği gibi, sayfamızdaki film değerlendirme şablonumuz toplam dört yıldızdan oluşuyor. Yıldızların taşıdıkları anlamları ise her hafta liste bölümünde sizlere aktarmaktayım. Buna karşılık, ilke olarak, şimdiye kadar hiç bir yerli ya da yabancı filme tek yıldız vermedim. Çünkü, belli bir emek ve sermayenin bileşiminden doğan, sinemanın alfabesine uygun çekilmiş her filmin en asgarisinden de olsa (iki yıldız düzeyinde) bir saygıyı hak ettiğine inanmaktayım. Ancak, "Hostel" ("Otel" adıyla gösterime girdi) adlı bu film müsveddesi sözkonusu olunca geleneksel saygımı büyük bir gönül rahatlığıyla rafa kaldırıyor ve ona gözümü bile kırpmadan tek yıldız veriyorum.

Ruh sağlığı kesinlikle bozuk olan bir adam tarafından yazılıp yönetilen, başrollerinde de hayattaki tek doğruları para kazanmak olan bir grup oyuncunun bulunduğu ve nihayet Quentin Tarantino gibi çağdaş sinemada öyle ya da böyle özgün bir çizgi tutturmuş bir adamın hiç utanmadan desteklediği bu "hastalıklı" filmi sakın ola merak edip ne sinemada, ne DVD'de ne de VCD'de izlemeye kalkmayın. Hele de körpe beyinleri bu akıl almaz rezillikten kesinlikle uzak tutun.

Türkler, sinemada Amerikan-İngiliz ırkçılığının acısını en fazla çekmiş olan milletlerden biridir. 1978 yapımı "Geceyarısı Ekspresi"nin ülke ve toplum olarak küresel imajımızda yol açtığı derin hasarı, aradan geçen 28 yılda düzeltmekte hâlâ çok ciddi güçlüklerle çekiyoruz. Hâl böyleyken, Hollywood'un daha yerini bile doğru dürüst bilmediği Slovakya'yı böylesine alçakça bir filmle "istisnasız her yurttaşı katil, hırsız ve manyak olan bir psikopatlar ordusu" şeklinde lanse etmesine en fazla tepkili olması gereken toplumlardan biri de biz olmalıyız. Nasrettin Hoca'nın dediği gibi, damdan düşenin hâlini yine damdan düşen anlar. Emin olun ki bu faşist filmden sonra Orta Avrupa'nın -bağımsızlık ilanından sonra belini yeni yeni doğrultmaya çalışan- bu ülkesinin turizm gelirleri yıllarca dibe vuracaktır. Zaten ülkenin yurt dışı acentelerinde daha şimdiden önümüzdeki yaz aylarına ilişkin pek çok rezervasyon iptali yaşanmaya başlamış. Slovakya, filmin batı ülkelerinde gösterime girdiği 6 Ocak'tan bu yana halkıyla yönetimiyle deliye dönmüş durumda, ancak Amerikan medyasının gücü ve kibiri karşısında ellerinden pek fazla şey gelmiyor. "Hostel", gerçekleri saptırma konusunda öylesine saygısız bir film ki bir zamanlar Çeklerle ortak bir yönetim altında (Çekoslovakya) birarada yaşayan, ancak sonradan barışçıl bir referandumla onlardan ayrılan Slovaklar'ın ülkesi, yine komşu Çek Cumhuriyeti'nde kurulan setlerle canlandırılmış. Bundan dolayıdır ki Slovakları canlandıran oyuncuların hepsi filmde Çekçe konuşuyor!

Yabancı basında okuduğuma göre kimi sağduyulu gazeteciler senarist-yönetmen Eli Roth'a (ki kendisi Yahudi asıllıdır) bu inanılmaz kan ve vahşet öyküsünün geçtiği mekân olarak neden hayâlî bir coğrafya yerine gerçek bir ülkeyi seçtiğini sormuşlar. Hani, "Merd-i kıpti secaat arzeden sirkatin söylermiş" şeklinde bir atasözümüz vardır ya, herifin cevabı filminden de beter: "Haritayı açtım ve kendime Avrupa kıtasından Amerikalıların hiç bilmedikleri rasgele bir ülke seçtim" demiş hazret. Canım benim, madem ki bir ülkeyi polisinden esnafına, kadınından çocuğuna kadar böylesine aşağılayan bir film çekerken mekân belirlemede tek kriterin buydu, o hâlde parmağını harita üzerinde biraz daha güney-doğuya kaydırıp neden İsrail'i seçmedin ki? Seçmesin tabiî, dahası seçemezsin. Rasgele bulduğun o gariban Slovakya Hollywood'a ve ABD yönetimine ne kadar kafa tutabilir ki...

Batı sinemasında 11 Eylül'den sonra ortaya çıkan yeni-ırkçılık dalgasının ve alabildiğine hastalıklı bir ruh hâlinin simgesine dönüşmeye aday bu filmi, bir insan ve bir sinemasever olarak bütün kalbimle lanetliyorum. Ayrıca, küçükler için son derece sakıncalı olmasına rağmen, üç kuruş daha fazla para kazanmak adına böyle bir filmin gösterildiği sinema salonlarında çocuk ve gençlere bilet kesen bütün o sorumsuz gişe görevlilerini ve salon yöneticilerini de utançla kınıyorum. Evet, sadece bu hafta içinde İstanbul'daki iki ayrı sinemada bıyığı çıkmamış tıfıl çocuklara "Hostel" için bilet kesildiğini dehşet içinde gördüm (Aynı pervasızlığı haftalardır "Dabbe"de de sergiliyorlar. Sözgelimi Çemberlitaş dolaylarındaki bir sinema kompleksi bu konuda hiç bir kural tanımıyor.) Ayıptır beyler, günahtır beyler, yazıktır beyler... Küçücük çocuklarımıza dilim dilim doğranan o bedenleri, âdi bir porno filminden farksız o görüntüleri izlettirirken birazcık olsun utanın yahu! Sizin de çocuklarınız var. Gelin, onlardan kazanacağınız bilet parasını ben size vereyim!

Ölmemiz gerekiyorsa, erkek gibi ölelim...

Gerçek Butch Cassidy (Ortada oturan) ve Sundance Kid (En solda oturan)...
Butch ve Sundance, bütün o espritüel kişiliklerine karşın, Bolivya ordusunun askerleri tarafından kıstırıldıkları derme çatma kafeteryada, içine düştükleri durumun bu kez hiç de şaka kaldırır bir tarafı olmadığını nihayet anlamışlardır. Her ikisi de ağır yaralıdır ve binayı çepeçevre kuşatan askerler tek tek vurmakla bitecek gibi değildir. Hele de silahlarında topu topu bir avuç mermi kalmışken, bu iş "zor"dan da öte "imkânsız"dır.

Kısacası, ikisi de artık hayatlarının son dakikalarına geldiklerinin farkındadırlar.

Şimdi bir tek amaçları vardır: Kendilerine karşı öfke dolu Bolivyalı askerlerin eline düşmeden, tez elden "erkek gibi" ölmek... İki eski dost birbirlerine son kez bakar ve "1, 2, 3" diye bağırarak var güçleriyle dışarı fırlarlar. Onlar kalan mermilerini sağa sola rasgele savururken görüntü donar, havada asılı kalmış olan kahramanlarımıza doğru yaklaşır ve bu hareketsiz film karesine ürkütücü silah sesleri eşlik eder. Böylece, yönetmen George Roy Hill de sinema tarihinin en hüzünlü final sahnelerinden birine imza atmış olur. İşte, o unutulmaz final sahnesi yandaki fotoğraftır.

Klasik Amerikan western sinemasının son büyük örneği olan 1969 yapımı "Butch Cassidy and the Sundance Kid", vaktiyle ülkemizde gösterime girdiğinde, ithalatçı şirket -oldukça hoş bir çeviriyle- ona "Sonsuz Ölüm" ismini yakıştırmıştı. Böylelikle film, yaşları şimdilerde 50'lere ulaşmış olan bir sinemasever kuşağının belleğine orijinalini bile kıskandıracak güzellikteki bu mânidar isimle kazınmış oldu. Çünkü zaten "Sonsuz Ölüm"ün finali de yaptıkları işle aslında her gün ölümün kıyılarında gezinen bu iki adamın son nefeslerini veriş ânını beyazperdede ölümsüzleştirmekteydi.

Hill'in kendi türünde klasik mertebesine erişen ünlü yapıtı, herkesin kendi kuralını koyduğu Vahşi Batı günlerinin iyiden iyiye sonlarına yaklaşıldığı bir dönemde, ABD topraklarının artık neredeyse tamamının devlet güçlerinin denetimine girdiği 1900'lerin başlarında geçer. Gerçekten yaşamış Amerikalı iki banka soyguncusu olan Butch Cassidy ile çırağı Sundance Kid, suçluları hiç tereddütsüz ipe gönderen Birleşik Devletler'de iş tutmalarının gün geçtikçe daha da zorlaştığını görünce, o dönemde hâlâ büyük ölçüde otorite boşluğu içindeki Latin Amerika topraklarına göç etmeye karar verirler. Hayâllerindeki ülke ise Bolivya'dır.

Bu planlarını gerçekleştirip Bolivya'ya giden ikili, her ne kadar özlemle aradıkları kanunsuz ortamı ilk zamanlarda bulur gibi olsalar da çok geçmeden bu ülkede de adları kara listeye geçecek ve gerçekleştirdikleri soygunlardan sonra Bolivya makamları kalabalık bir kuvvetle adamlarımızın peşlerine düşeceklerdir. En başta aktardığımız, küçük bir köy kafeteryasında gerçekleşen o pusu da ikilinin sonsuza kadar özgürce soygun yapma hayâllerinin sonunu getirir.

Türkçe Adı: "Sonsuz Ölüm"
Orijinal Adı: "Butch Cassidy and the Sundance Kid"
Yapım Yılı: 1969
Ülke: ABD Yapımı
Süre: 110 Dakika
Yönetmen: George Roy Hill
Senaryo: William Goldman
Müzik: Burt Bacharach
Görüntü Yönetimi: Conrad L. Hall
Kurgu: John C. Howard, Richard C. Meyer
Oyuncular: Paul Newman, Robert Redford, Katharine Ross, Strother Martin, Jeff Corey, Henry Jones, George Furth
Uluslararası İzleyici Yargısı: 8.1 / 10 (Kaynak: Internet Movie Database)

Başrollerindeki Paul Newman (Butch) ve Robert Redford'un (Sundance) son derece uyumlu bir ikili oluşturdukları film, finaliyle olduğu kadar Newman ve Katharine Ross'un birlikte bisiklet sürdükleri anlarla da beyazperdenin simgeleşmiş sahnelerinden birine ev sahipliği yapmaktadır. Bu sahneye eşlik eden -B.J. Thomas'ın seslendirdiği- Burt Bacharach bestesi "Rain drops keep falling on my head", ıslıkla en iyi çalınabilen parçalardan biri olarak, o gün bugündür sözkonusu filmi izlemiş olan hemen herkesin bisiklete binerken dudaklarını süslüyor.

"Sonsuz Ölüm", saat dakikliğinde işleyen öyküsü, yetkin oyunculukları, usta işi görüntüleri ve güzel melodisiyle bir başyapıt olduğu gibi, aynı zamanda sinemanın gerektiğinde ne denli güçlü bir manipülasyon aracına dönüşebildiğinin de en sağlam kanıtlarından biridir. Çünkü bizlere banka ve tren soyan, milleti dolandıran, önlerine çıkan herkesi öldüren, velhasıl neredeyse attıkları her adımda yasaları çiğneyen bu iki adamı müthiş bir şekilde sevdirir, onlarla öykü boyunca özdeşlik kurmamızı sağlar. Kahramanlarının idealleri her ne kadar uygarlığın kurallarına aykırı olsa da bizler yine de onların tarafını tutar, verdikleri mücadeleyi kazanmalarını isteriz. Yönetmen finalde buna izin vermediğinde ise gözlerimizden bir kaç damla yaş süzülmesine engel olamayız.

İşte bu da sinemanın -dümene geçenin niyetine göre- zaman zaman "rahmanî" zaman zaman da "şeytanî" amaçlar için kullanılabilen o korkutucu gücüdür.

Doğaya ve dostluğa adanmış bir sinemasal destan

20'nci yüzyılın hemen başları, Çarlık Rusyası Binbaşı Vladimir Arsenyev'in liderliğindeki bir Rus keşif birliği, bölgenin ayrıntılı haritalarını çizmek üzere Sibirya'ya gelir. Bir yandan zorlu doğa koşullarıyla boğuşurken diğer yandan da bu uçsuz bucaksız coğrafyanın gizemlerini keşfetmeye çalışan askerler, kendileri için tek kelimeyle "nimet" olan bir dağ adamıyla karşılaşacaklardır. Doğuştan avcı olan yaşlı adam kısa süre içinde ekibin hem eğlence kaynağı, hem kılavuzu, hem de hayat kurtarıcısına dönüşür. Arsenyev ve adamları, bölgeyi avucunun içi gibi bilen, doğa dostu bu bilge insan sayesinde bir çok zorluğu aşar, kimi zaman da Sibirya'nın dehşetli soğuğunda onun paha biçilmez tecrübeleri sayesinde ölümlerden dönerler.

Binbaşı Arsenyev, yıllar sonra aynı bölgeye daha geniş çaplı bir keşif gezisi için tekrar geldiğinde, Sibiryalı yaşlı dostuyla bir kez daha karşılaşacak ve Moskova'ya geri dönerken onu da iyi niyetli bir tavırla yanında götürecektir. Ancak, büyük kent ortamına hiç de alışık olmayan yaşlı konuğunu orada kopkoyu bir hüzün ve yalnızlık beklemektedir.

"Sine Bulmaca"da bu hafta, Japon sinemasının en değerli yönetmenlerinden birinin eski Sovyetler Birliği'nde bu ülkenin oyuncuları, teknik desteği ve sermayesiyle çektiği gerçek bir başyapıtı hatırlamanızı isteyeceğiz sizlerden. Çekiminde 70 mm'lik özel kameralar kullanılan film, Sibirya steplerinde kaydedilmiş olağanüstü görüntülerinin yanısıra doğa sevgisine ve dostluğa yönelik duygu yüklü mesajlarıyla da son otuz yıldır sinemayı sanata dönüştüren unutulmaz öyküler arasında yer alıyor.

Aralarında "en iyi yabancı film Oscarı"nın da yer aldığı 6 büyük ödül kazanan Japon-Rus ortak yapımı bu muhteşem filmin özgün adı, yapım yılı, yönetmeninin adı ve öykünün Sibiryalı-Moğol baş kahramanını canlandıran aktörün adı nedir? Doğru cevapları (adları ve açık adresleriyle birlikte) 23 Mart 2006 Perşembe günü saat 12.30'a kadar 2001kubrick@e-kolay.net elektronik posta adresine gönderen okurlarımız arasından bilgisayarda rasgele tercihle seçilecek olan üç talihli, Amerikalı yönetmen Michael Mann'in 2001 tarihli "Ali" adlı filminin birer DVD'sini kazanacaktır.


GEÇEN HAFTANIN CEVAPLARI
10 Mart 2006 Cuma günü sorduğumuz sorunun doğru cevapları şöyle:

- Filmin Orijinal Adı: The Thing
- Yapım Yılı: 1982
- Yönetmeni: John Carpenter
- Başrol Oyuncusu: Kurt Russel (Amerikalı helikopter pilotu Mc Ready rolünde)

Yarışmamıza yurt çapında toplam 186 katılım gerçekleşti ve bunlardan 165 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
16 Mart 2006 Perşembe Saat 13.00 itibarıyla bilgisayar programının rasgele seçtiği talihlilerimiz:

- Özay Yıldırım / ERZURUM
- Serdar Seçkin / BURSA
- Dilek Altun / SİNOP

Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Platoon", 1986 / Yönetmen: Oliver Stone) çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir.

Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"


  • Ali Murat Güven: Taviani Kardeşler'den yediğimiz acı gol



      DİĞER YAZILAR
  • Sinema Sayfası - 10 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 3 Mart 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 24 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 17 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 10 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 3 Şubat 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 27 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 20 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 13 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 6 Ocak 2006 Cuma
  • Sinema Sayfası - 30 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 23 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 16 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 9 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 2 Aralık 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 25 Kasım 2005 Cuma
  • Sinema Sayfası - 18 Kasım 2005 Cuma
  • Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi