T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 19 MART 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Rasim ÖZDENÖREN

Yılgınlık

Geçtiğimiz hafta (8 Mart 06, Çarşamba) Ankara'da Server Vakfı'nın düzenlediği sohbet toplantısında, sohbet esnasında, bir münasebetle aydının bazı vasıfları yanında onun cesaretinin ön aldığını ifade etmeye çalışmıştım. Biz, aslında, Maraş'ta kullanılan bir deyimle "gözünün kirişi kırılmış" bir neslin üyesiyiz. "Gözünün kirişi kırılmak" demek, gözü korkutulmuş demektir. Bizim, kendimizin farkına vardığımız 1950'li yıllar, ideolojik açıdan, bir bakıma toplumun tam da ikiye ayrıldığı döneme rastlıyor. Ondan önce, ki '40'lı yıllar, bizim ilkokula gittiğimiz dönem.. milli şefin faşist baskısının öne çıktığı bir çevrimden geçilmişti. '50'li yıllarsa, bir yandan, kimliğini Müslüman olarak açıklayanların, bir yandan da kendini sosyalist veya komünist diye görenlerin kovuşturmaya uğratıldığı, dahası birine "komünist" demenin hakaret sayıldığı veya birine Müslüman demenin "mürteci" demeyle eş tutulduğu bir süreçti. Devrimlerin tutan ve tutmayan diye yaftalanması da o döneme mahsus özelliklerdendir. Bu ayrımla Cumhuriyet devrimleri üzerine bir değerlendirmede bulunulmak isteniyordu, ama olmadı...

Malatya'da ilkokulun dördüncü sınıfını sürerken, öğretmenimizin öğrettiği bir sloganı sınıfça bağırarak söylemek zorunda bırakılmıştık. Öğretmen sorardı: "En büyük düşmanın kim?" Bu soruyu ilkin teker teker ayağa kalkarak ve bize öğretilen kelimeyi tekrarlayarak cevaplandırırdık: "Moskof!" Sesimizi öğrenmenin hoşuna gidecek ölçüde yüksek tutmamız gerekiyordu, aksi takdirde gerekli volüme ulaşıncaya kadar bağırtılırdık. Sonra da sınıfça: "Moskof!" diye bağırırdık. Lisedeyken, bu kez Maraş'ta, bir başka dersimizde, benzer bir muameleye tabi tutulmuştuk. O dersin hocası da, bize, en büyük düşmanımızın, daha doğrusu en büyük Türk düşmanının Nazım Hikmet olduğunu öğretmişti. Türk Parasını Koruma kanunu, Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar kanunu gibi kanunların çıkartılması da o döneme rastlar. Çok geçmeden fakülte başladı ve derken 1960, 27 Mayıs ihtilali.. o ihtilalin akla zarar Yassıada mahkeme süreci..

Bütün bunlar, bizim gözümüzün kirişinin kırılmasını sonuçluyordu. Vaktiyle bir ağabeyimizin (ki 1920'li doğumluydu), kendi neslini kastederek: "Çocuklar bize yaklaşmayın, biz vebalı bir nesiliz, bizim yanlışlarımızın size bulaşmasından kendinizi koruyunuz" şeklindeki öğüdünü hatırlıyorum. Biz kendimizi vebadan ne ölçüde kurtarabildik bilemem, ancak bizim yaşadığımız dönem de gözünün kirişi kırılmış bir nesil oldu. Bireysel çıkışlar her zaman olmuştur, olur.. ancak nesil olarak bakıldığında, ben kendimi, temel meselelerin tartışılmasında, kendini gizlemek isteyen bir tavrı benimsemiş olan bir neslin, bir yılgın neslin mensubu gibi hissetmekten alıkoyamayan biri olarak gördüm.

Meselenin odak noktası şurada: bu gözü korkutulmuşluk, yılgınlık havası özeleştiriyi önlüyor. Özeleştirinin önünün kesildiği yerde, kişi için de, toplum için de, içdinamiklerin sıçrama yapması imkân dışı bırakılmış oluyor. İçdinamiklerin harekete geçtiği yerde gelişme yukarıya doğru sıçrayan bir sarmal halinde oluşurken, özeleştirinin bastırıldığı yerde gidişat içe doğru büzüle büzüle gelişir ve giderek yokluğa müncer olur, devinim sıfırlanır.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi