![]() T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
![]() | |
![]() |
![]() | |||
![]() |
S İ N E M A | 17 MART 2006 CUMA | ![]() |
![]() |
| ![]() |
Türk sinemasının son on yıldır en çok tartışılan yönetmenlerinden biri olan Mustafa Altıoklar'ın "psikolojik polisiye gerilim" türündeki son filmi bugünden itibaren salonlarda görücüye çıkıyor.
Psikiyatr kocasına aşkla bağlı olan Beyza Türker'in hayatı, yaşamaya başladığı tuhaf bilinç kayıplarıyla kısa sürede altüst olur. Bu arada, İstanbul'un çeşitli semtlerinde bulunan kesilmiş bacaklar yüzünden, şehri "seri katil korkusu" sarmıştır. Cinayetleri araştıran Komiser Fatih, Beyza'nın da eşi olan yeni iş ortağı Doruk Türker ile tanışır. ABD'de eğitim gören ve FBI'da çalışan Doruk, bu ilginç soruşturmada seri cinayet uzmanı olarak görevlendirilmiştir. Komiser Fatih ve Doruk katili ararlarken, Beyza da bir türlü hatırlayamadığı kayıp zamanlarının peşine düşecektir. Ve genç kadın en sonunda ürkütücü gerçekle yüzleşir. Öldürülen kurbanlarla arasında kendisinin bile çözemediği bir ilişki bulunmaktadır. Türk sinemasının son on yıldır en çok tartışılan yönetmenlerinden biri olan Mustafa Altıoklar'ın "psikolojik polisiye gerilim" türündeki son filmi bugünden itibaren salonlarda görücüye çıkıyor. Yönetmenin biz sinema editörlerinden özel ricası gereği, sürpriz bir final ile noktalanan filmin öyküsünü sizlere derinlemesine aktaramıyorum. O nedenle, "Beyza'nın Kadınları"na doğrudan senaryosu üzerinden değil, daha ziyade sinemasal özellikleri açısından bir yorum getirmek durumundayım.
Gereksiz öykünmeler de olmasa...
Şu bir gerçek ki Mustafa Altıoklar, 1990'ların başlarından itibaren, çektiği her filminde yeni yeni anlatım biçimleri ve üst düzeyde bir sinematografik kalite tutturma çabasındaki bir yönetmen.
Bu son filminde de zaman zaman "biçim"i "öz"e (ve de gerçekliğe) feda etme huyunun bir dizi olumsuz yansımalarını gördüm. Türkiye gibi bir ülkede olabilirliği son derece tartışmalı kimi sahneler beni rahatsız etti ve bu düşüncemi düzenlediği basın toplantısında doğrudan doğruya kendisine de dostça ilettim. Bunun en uç örneği ise bütün insanî duygularını yitirmiş durumdaki pervasız fahişenin kendi kız çocuğunun bulunduğu bir odada "müşteri ağırlama" sahnesiydi ki izleyiciyi can evinden vurmak adına kurgulanmış olan bu sahnenin Türkiye'nin fahişelik alt kültüründe bile yeri olamayacağına inanıyorum. Çünkü bu ülkenin fahişeleri bile Müslüman bir doğu ülkesinin genetik reflekslerine sahipler. Çoğunun Ramazan ayında oruç tutması ve çalışmaya ara vermesi bile bunun ilginç birer göstergesi değil mi?
Bunun yanısıra, filmin daha jenerikten itibaren David Fincher'in "Yedi"sinin çokça etkisi altında kalmasını da Altıoklar gibi kendine has bakış açısına sahip yetenekli bir yönetmen adına oldukça gereksiz bulduğumu da belirtmeliyim. Baş kahramanı Komiser Fatih'in kişiliğinde müthiş keyifli bir yerellik yakalamış olan böylesi güzel bir filmin sanat yönetiminde bu denli yoğun bir Fincher etkisi neyin nesidir, doğrusu kesinlikle çözebilmiş değilim. Bu öykü "Yedi"ye benzemeden de aynı düzeyde (dahası, bana kalırsa çok daha fazla) etkileyici olabilirdi. Çünkü İstanbul, gizemlerle dolu cinai bir öykü için -ne yazık ki- New York'tan daha az tekinsiz bir şehir değil artık. Aynı şekilde film, türü itibarıyla "Sapık"tan "Yükseklik Korkusu"na uzanan geniş bir yelpazede, Alfred Hitchock sinemasından ödünç alınmış öğeler de içermekte; fakat bunlar saydığım diğer benzerlikler gibi "kör parmağım gözüne" düzeyinde değil.
Yüksek teknik kalite ve başarılı efektler
"Beyza'nın Kadınları", onu izlemeye başladığınız andan itibaren beyninizde çok güçlü bir "deja vu" duygusu uyandırıyor. Ancak, bu yoğun tanıdıklık hissi, yabancı polisiyelerle arasındaki anılan benzerliklerin ötesinde, bütünüyle Altıoklar'ın da kabahati değil. Bizlerin şimdiye kadar batı sinemasında benzer türde sayısız film izlememizden kaynaklanan bir dezavantaj sözkonusu. Yoksa, Altıoklar'ın sinemamız adına, bir kaç gereksiz öykünme haricinde genel hatlarıyla yenilikçi bir projeye imza attığı kesin.
Asıl mesleği hekimlik olan Altıoklar, bundan önceki kimi filmlerinde de olduğu gibi bu filminde de çeşitli yerlerde ortaya çıkartılan ceset parçaları ve bunlara ilşikin otopsi sahnelerinde tıbbî açıdan güçlü bir gerçeklik duygusu yakalamayı başarmış. Özellikle de film için silikon ya da plastik türevi çeşitli sinemasal hammaddelerden üretilmiş kesik bacakların gerçek insan dokularıyla olağanüstü benzerliği ve bu anlamdaki tüyler ürpertici inandırıcılıkları, sinemamızın bir diğer ihmal edilmiş alanı olan "özel efekt" sanatının ulaştığı nokta adına gerçekten takdire şâyan.
Rollerine cuk oturmuş oyuncular
Filmin merkezindeki Beyza karakterini canlardıran Demet Evgar, tartışmasız biçimde öyküyü sırtlayan, gerçekten harika bir oyunculuk sergiliyor. Bu rol, yakın gelecekte bir ödülle taçlandırılmazsa şaşarım doğrusu. Aynı şekilde, tatsız tuzsuz bilimsel verilerden ziyade sezgileri ve deneyimleriyle hareket eden "doğu mantıklı" bir Türk polisini canlandıran Tamer Karadağlı'yı da filmdeki performansı nedeniyle ayakta alkışlıyorum. Kendisi, "Çocuklar Duymasın"ın maço babasını Emniyet Teşkilâtı'ndaki gelenekçi komiser kimliğine çok başarılı bir biçimde taşımış. Keza, Levent Üzümcü'nün canlandırdığı Amerikan kriminal ekolünden gelme snob psikiyatr kişiliği de Üzümcü'nün "yuppie" fizyonomisine cuk oturmuş. Ancak, aynı doğallığın bir hayat kadınını canlandıran Mine Çayıroğlu'nda olmadığını, Çayıroğlu'nun jest ve mimikleriyle işi birazcık abarttığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Yılların aktörü sevgili Salih Güney ise nisbeten kısa rolünde özgün fiziğiyle oldukça şık bir polis müdürü portresi çiziyor. Bir de filmde o kısacık "müşkülpesent okul müdürü" rolünü inanılmaz bir gerçeklikle canlandıran, adını ne yazık ki bitiş jeneriğinde yakalayamadığım meçhul oyuncuyu kutlamam gerek. Bir aktör, tipik bir Türk devlet memurunu ancak bu denli güzel oynayabilirdi. "Beyza'nın Kadınları", sinemamızın uzun yıllar boyunca ele almaya cesaret edemediği zor bir türde attığı cesur adımlarla belli bir ilgiyi hak eden, genel hatlarıyla ilginç ve zarif bir film. Ancak içerdiği şiddet ve cinsellik öğeleri nedeniyle yalnızca erişkin izleyicilere tavsiye edilebilecek bir yapım. Fırsatını bulursanız görmeye çalışın.
Yönetmen Eli Roth'un Quentin Tarantino'nun yapımcılığında gerçekleştirdiği "Hostel"i, içerdiği akıl almaz şiddet, pornografi ve türlü türlü psikopatlık gösterilerinin yanısıra, Hollywood usûlü karacahil bir ırkçılığın da bütün temel kılişelerini utanmadan beyazperdeye taşıyor.
Aslında bu değerlendirme yazısı geçtiğimiz cuma günü yayınlanacaktı. Ancak bir önceki manşetimizi Oscar kazanan "Crash"e (Çarpışma) ayırdığımızdan ve sayfamızın alt tarafları da genişçe bir ilanla kaplandığından dolayı, 10 Mart'ta gösterime giren bu akıl almaz iğrençlikteki filmin değerlendirmesini zorunlu olarak bu haftaya kaydırmak durumunda kaldım. Bilindiği gibi, sayfamızdaki film değerlendirme şablonumuz toplam dört yıldızdan oluşuyor. Yıldızların taşıdıkları anlamları ise her hafta liste bölümünde sizlere aktarmaktayım. Buna karşılık, ilke olarak, şimdiye kadar hiç bir yerli ya da yabancı filme tek yıldız vermedim. Çünkü, belli bir emek ve sermayenin bileşiminden doğan, sinemanın alfabesine uygun çekilmiş her filmin en asgarisinden de olsa (iki yıldız düzeyinde) bir saygıyı hak ettiğine inanmaktayım. Ancak, "Hostel" ("Otel" adıyla gösterime girdi) adlı bu film müsveddesi sözkonusu olunca geleneksel saygımı büyük bir gönül rahatlığıyla rafa kaldırıyor ve ona gözümü bile kırpmadan tek yıldız veriyorum.
Ruh sağlığı kesinlikle bozuk olan bir adam tarafından yazılıp yönetilen, başrollerinde de hayattaki tek doğruları para kazanmak olan bir grup oyuncunun bulunduğu ve nihayet Quentin Tarantino gibi çağdaş sinemada öyle ya da böyle özgün bir çizgi tutturmuş bir adamın hiç utanmadan desteklediği bu "hastalıklı" filmi sakın ola merak edip ne sinemada, ne DVD'de ne de VCD'de izlemeye kalkmayın. Hele de körpe beyinleri bu akıl almaz rezillikten kesinlikle uzak tutun.
Batı sinemasında 11 Eylül'den sonra ortaya çıkan yeni-ırkçılık dalgasının ve alabildiğine hastalıklı bir ruh hâlinin simgesine dönüşmeye aday bu filmi, bir insan ve bir sinemasever olarak bütün kalbimle lanetliyorum. Ayrıca, küçükler için son derece sakıncalı olmasına rağmen, üç kuruş daha fazla para kazanmak adına böyle bir filmin gösterildiği sinema salonlarında çocuk ve gençlere bilet kesen bütün o sorumsuz gişe görevlilerini ve salon yöneticilerini de utançla kınıyorum. Evet, sadece bu hafta içinde İstanbul'daki iki ayrı sinemada bıyığı çıkmamış tıfıl çocuklara "Hostel" için bilet kesildiğini dehşet içinde gördüm (Aynı pervasızlığı haftalardır "Dabbe"de de sergiliyorlar. Sözgelimi Çemberlitaş dolaylarındaki bir sinema kompleksi bu konuda hiç bir kural tanımıyor.) Ayıptır beyler, günahtır beyler, yazıktır beyler... Küçücük çocuklarımıza dilim dilim doğranan o bedenleri, âdi bir porno filminden farksız o görüntüleri izlettirirken birazcık olsun utanın yahu! Sizin de çocuklarınız var. Gelin, onlardan kazanacağınız bilet parasını ben size vereyim!
![]()
20'nci yüzyılın hemen başları, Çarlık Rusyası Binbaşı Vladimir Arsenyev'in liderliğindeki bir Rus keşif birliği, bölgenin ayrıntılı haritalarını çizmek üzere Sibirya'ya gelir. Bir yandan zorlu doğa koşullarıyla boğuşurken diğer yandan da bu uçsuz bucaksız coğrafyanın gizemlerini keşfetmeye çalışan askerler, kendileri için tek kelimeyle "nimet" olan bir dağ adamıyla karşılaşacaklardır. Doğuştan avcı olan yaşlı adam kısa süre içinde ekibin hem eğlence kaynağı, hem kılavuzu, hem de hayat kurtarıcısına dönüşür. Arsenyev ve adamları, bölgeyi avucunun içi gibi bilen, doğa dostu bu bilge insan sayesinde bir çok zorluğu aşar, kimi zaman da Sibirya'nın dehşetli soğuğunda onun paha biçilmez tecrübeleri sayesinde ölümlerden dönerler.
"Sine Bulmaca"da bu hafta, Japon sinemasının en değerli yönetmenlerinden birinin eski Sovyetler Birliği'nde bu ülkenin oyuncuları, teknik desteği ve sermayesiyle çektiği gerçek bir başyapıtı hatırlamanızı isteyeceğiz sizlerden. Çekiminde 70 mm'lik özel kameralar kullanılan film, Sibirya steplerinde kaydedilmiş olağanüstü görüntülerinin yanısıra doğa sevgisine ve dostluğa yönelik duygu yüklü mesajlarıyla da son otuz yıldır sinemayı sanata dönüştüren unutulmaz öyküler arasında yer alıyor.
Aralarında "en iyi yabancı film Oscarı"nın da yer aldığı 6 büyük ödül kazanan Japon-Rus ortak yapımı bu muhteşem filmin özgün adı, yapım yılı, yönetmeninin adı ve öykünün
Yarışmamıza yurt çapında toplam 186 katılım gerçekleşti ve bunlardan 165 tanesi yukarıdaki cevapları eksiksiz olarak içermekteydi. Bu arada, her zaman olduğu gibi., yanlış cevap veren ya da doğru cevaplarına -bütün uyarılarımıza rağmen- adını, soyadını ve açık adresini yazmayan okurlarımızı ise üzülerek elemek zorunda kaldık.
- Özay Yıldırım / ERZURUM
Talihlilerimizin armağan DVD'leri ("Platoon", 1986 / Yönetmen: Oliver Stone) çok kısa bir süre içinde taahhütlü postayla adreslerine gönderilecektir. Bütün katılımcılarımıza ilgileri nedeniyle teşekkür ederken, yeni katılımlarınızı beklediğimizi bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Unutmayın ki bu köşenin amacı hem eğlenmek, hem seçkin filmler kazanmak, hem de "öğrenmek ve hiç unutmamak!"
|
![]() |
![]()
|
![]() |
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
![]() |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |