Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
Tutucular direnme sürecinde...
Feodal dönemin (Batı orta çağı) bazı özellikleri ve bu özelliklerin onun ahlâkına yansıması şöylece özetlenebilir: 1. kapalı dünya görüşü, 2. durgun hayat, 3. sabit ve değişmez kurallar, 4. değişmez sosyal gelenekler, 5. donmuşluk, geçmişe tapma, ecdatperestlik, aileyle, ecdatla övünme, 6. değişim ve dönüşümden korku. (Ali Şeraiti, Dinler Tarihi, Kırkambar Kitaplığı Y. İst. 2001, s. 30 vd.). Ülkemizin bir feodal geçmişi ve deneyimi olmamakla birlikte, aslında bu durağan ahlâkı benimsemek için illa da o deneyimden geçmiş olmak gerekmiyor. Başlangıcında en köktenci ve devrimci görünen rejimler bile bir süre sonra feodal ahlâkın başlıca özelliklerini yaşar hale gelebiliyor. Nitekim Sovyetler Birliği, başlangıcındaki köktenci ve devrimci tavrını kısa sürede yitirmiş; bir süre sonra da tümüyle tutucu özelliklerle malul hale gelmiştir. Bu özelliğin sonuçladığı belli başlı mânia şudur: özeleştiriye tahammülsüzlük! Dahası özeleştiri düşmanlığı… Sovyetler Birliği'nin yıkılmasını gerçekleştiren çeşitli etmenler arasında, bence en önemlisi, kendini özeleştiriden uzak tutmak istemesidir. Ömrünün sonlarına doğru prestroyka ve glasnots (açıklık ve saydamlık) uygulamasına başvurdu, ancak her şey için, her şey çok geç kalmıştı! Asr-ı Saadet'ten önce, Devr-i Cahiliye diye bilinen dönemde de, tutuculuk doruk noktasına ulaşmıştı. Devr-i Cahiliye'de, bu gün çoğunca yanlış anlaşılan bir hukuk rejimi geçerliydi: o dönem genelde vahşet olarak anılır ve öyle bilinir. Aslında dönem, kendine özgü bir hukuk ve düzen anlayışına sahipti. Allah Resulü'nün teklifi ve bu teklifin sonunda gerçekleşecek olan "yeni düzen"in ne getireceği isabetle kestirilebiliyordu. Bir başka söyleyişle, işbu yeni teklifin eski düzeni ortadan kaldıracağı biliniyordu, fakat eski düzenin yerine neyin konulacağı hususu kafalarında karanlık kalıyordu. Bu yüzden, değişikliğe direniliyordu. Madalyonun öbür tarafından baktığımızdaysa, görülen veya görülmesi gereken şuydu: işbu "yeni düzen"in elini kolunu sallayarak gelmesine müsaade edilmeyecekti. Çünkü o, kurulu düzeni, yürürlükteki çıkar ilişkilerini ortadan kaldıracaktı. Ancak yeni gelenin kadrinin bilinmesi, gelişinin sancılı olmasıyla da bağlantılıydı. Çekilmesi gereken sancılar, katlanılması gereken acılar üstlenilmemiş olaydı, yeni gelenin kadrini bilmek de kolay olmazdı. O zaman, halk deyişinde söylendiği gibi "yel üfürdü su götürdü" fehvasınca, kolayca gelen kolayca giderdi. Böylece, kurulu düzenin kendiyle yüzleşmekten, hele de özeleştiriye girişmekten korkmaması gerektiğini söylemek istediğimiz anlaşılmaktadır sanırım. Bu ülkede, bazı kişilerin yanında, bazı kurumlar da özeleştiri düşmanlığına sıvanmış görünüyor. Onların mülâhazasına göre, rejimin, bir biçimde özeleştirisine girişmek, rejimi baltalama anlamına geliyor. Bu yüzden, en ufak bir özeleştiri kıpırtısı sezinledikleri bir teşebbüste, ülkenin bölüneceği, devrimlerin elden gideceği paranoyasına tutulabiliyorlar. Ne var ki, her dizge, kendi tutucusunu kendi bağrında taşır, taşıyor. Eğer sistem, kendini yenilemeyi başaramazsa, onun içindeki tutucu güçler sistemi koruma adına onun yıkılmasına yardımcı olmaktan başka iş tutmuyor. Bu da, ya o sistemin toptan ortadan kalkmasıyla sonuçlanıyor veya eski tutucuların hiç istemedikleri başka güçler devreye girerek eski hükümranların yerine yenilerin geçmesiyle olay bitiyor. Bu ülkede, halen, iki karşı ucun çekişme süreci yaşanıyor. Kanatlardan birinde eskiden yenilikçi kimliği taşırken şimdi tutucu haline gelmiş olanlar; ötekinde ise, eskiden tutucu olarak bilinirken şimdi yenilik isteyenler yer alıyor. Eğer tarihin telkin ettiği gerçeklik bir kez daha tezahür ederse, bu yarışmada yenilikçilerin ön alacağını söylemek kehanet sayılmayacaktır.
|
|
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi |
© ALL RIGHTS RESERVED |