|
|
Ankara Üinversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Ulusoy, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin başörtülü öğrencilerin başvurusuyla ilgili davayı reddetmesinin hukuki gerekçelere dayanmadığını söyledi. Başörtülülere üniversiteyi yasaklamanın hukuka aykırı olduğunu söyleyen Ulusoy, Anayasa Mahkemesi "gerçekçi" bir içtihat geliştirirse sorunun çözüleceğini kaydetti.
Doç. Dr. Ali Ulusoy'un makalesinden özet
Başı açıklara hiçbir baskı yok Üniversitelerin idari karar ve cezaları nedeniyle bu sorunun AİHM'ye taşındığını ifade eden Ulusoy, verilen kararları şöyle değerlendirdi: "AİHM kararlarında, Türk üniversite idarelerinin türbanı yasaklamasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) din ve inanç özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesine aykırı görmemektedir. AİHM'nin bu konuda öngördüğü prensip, uygun ve kabul edilebilir olmakla birlikte, bu prensibin uygulanmasına ilişkin somut durum tespitinin doğruluğu oldukça tartışmaya açıktır. Türkiye'de radikal islamcılar zaman zaman çeşitli eylemler ve terörist faaliyetler gerçekleştirmişlerdir, ancak hiçbir zaman üniversitelerde başını örtmeyen kız öğrencileri hedef alan bir baskı eyleminde bulunmamışlardır. Asıl inancı gereği başını örten öğrencilerin üniversitelere alınmamaları, aşırı dinci çevreleri eylem yapmaya itmektedir. 'Üniversitelerde bazı öğrencilerin türban takmasının, türban takmayan Müslüman öğrenciler için psikolojik baskı oluşturacağı' düşüncesi, bazı durumlarda doğru olabilmekle beraber, bu olguyu hukuksal bir sonuca bağlamak olanaksızdır. Bu olasılığı tüm türbanlı öğrencilere üniversiteye girmeyi yasaklamak gibi ağır bir sonuca bağlamak hukuksal temelden yoksundur." "Ezanı yasaklamak mı gerek? Doç. Dr. Ulusoy, AİHM'nin türbanla ilgili tespitinin hukuki temelden yoksun olduğunu savunurken, "Örneğin ezan okunması ve hatta camilerin varlığı bile namaz kılmayan Müslüman öğrenciler üzerinde psikolojik baskı oluşturabilir. O halde namaz kılmayan Müslümanları bu psikolojik baskıdan korumak için, ezan okunmasını ve hatta camileride mi yasaklamak gerekir?" diye sordu. Aynı mantığa göre üniversiteye lüks arabayla gelen öğrencilerin de fakir öğrenciler üzerinde psikolojik baskı oluşturabileceğini hatırlatan Ulusoy, şu görüşe yer verdi: "Ayrıca eğer türban takmak, türban takmayan Müslümanlar üzerine baskı unsuru ise, bu durum sadece üniversitede değil sokakta da geçerlidir. O halde sokakta türban takmanın yasaklanması da AİHM'ye aykırı olmayacaktır. Görüldüğü üzere AİHM'nin bu konudaki somut tespiti ve değerlendirmeleri tartışmaya son derece açık ve bilimsel temelden yoksundur." Hukuki temelden yoksun
Yeni bir içtihat gerekiyor Ulusoy, Leyla Şahin kararı ile ilgili şu yorumu yaptı: "AİHM'nin Leyla Şahin kararı ile birlikte bazı çevreler, bu karardan sonra üniversitelerde türban takmanın serbest olmasının hukuken olanaksız olduğunu, zira AİHM kararının herkes için bağlayıcı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Söz konusu AİHM kararının Türk iç hukukunda üniversitelerde türban takılmasını olanaksız hale getirdiği iddiasına katılmak mümkün görünmemektedir. Türk yüksek mahkemeleri bu konuda temel bir içtihat değişikliğine giderlerse, örneğin somut olayda üniversitelerdeki çalışma düzenini ve yüksek öğretim kamu hizmetini aksatmadıkça, türbanlı yüksek öğretim yapmanın laikliğe ve hukuka aykırı olmadığı yönünde, bizce daha rasyonel olacak bir içtihat geliştirirlerse, AİHM'nin bu konudaki içtihatı da bunun paralelinde otomatik olarak değişecektir." EVİN GÖKTAŞ
LAİK GETTOLAR YA DA GÖZTEPE CAMİİ PROJESİ
RASİH YILMAZ
Din konusunun Türkiye gibi ülkelerde egemen gündemler adına daima önemli bir yeri vardır. Medyada din üzerinde sık sık durulması Türkiye'de din konusunun önde gelen bir konu maddesi olduğunu da zaten gözler önüne serer. Ayrıca toplumlarda örgütlü din ticaretini yapan -iki taraflı- belli güçlerin siyasal politikada artan bir biçimde egemenlik kazanmaya başlaması, din gündeminin hassasiyetini de alabildiğine artırır. Çünkü toplum mühendislerinin, kendi rüştlerini ispat etmeleri adına rahatça at koşturabildikleri ender ülkelerden biridir Türkiye. Hatta inanç(lar) düzleminde toplum bilincinin sinir uçlarının üzerine gidilerek yönetenlerle, yönetilenlerin uyumu adına -belki de zora ki- şekillendirilmeye çalışılan sosyal yapı dizaynlarının varlık çabalarından bile bahsetmek mümkün olabilir. Oysa ki sunulanın (arzu edilenin) aksine toplumsal bir varlık olan insanın, topluma yerleştirilmeye çalışılan ve çoğu zaman birtakım menfaat ilişkileri ile iç içe bulunan inanç ve değer görüntülerinin tesirinden uzak bir perspektife sahip olabilmesi gerekir. Halkın gündemi farklı Bu aralar, sanki toplum mühendisleri (yine - yeniden) Türkiye'de ilginç(!) bazı projeler üzerinde çalıştıkları izlenimi vermek için enteresan bir çaba içerisine girdiler. Örneğin bir zamanlar ülkenin değişmez tartışma konuları arasında kendisine 1.sırada yer bulan Taksim Camii inşası polemiğine son günlerde Göztepe Parkı Camii projesinin eklenmesi gibi. Tuhaftır ki 'Göztepe Parkı Camii projesi gündemi sarstı' diyecek kadar iddialı manşetlerle, kamuoyu oluşturma arzusunda olunmasından ise nedense halkın haberi yoktur. Çünkü Türkiye'nin gündemi alabildiğine farklıdır ve halkın veya sosyal yapının Göztepe Parkı Camii projesi merkezli olumlu veya olumsuz ciddi sarsıntılar(!) geçirmediği de ortadadır. Camii tartışmalarının en hası (!) konumunda olan Taksim Camii projesinin çıkış noktasına inerek Türkiye'nin yaşadığı son ibadethane krizi olan Göztepe Parkı Camii projesi ile birlikte aslında Türkiye'nin bazı katmanları adına hiçbir şeyin değişmediğini de fark edersiniz. Taksim Camii projesi Taksim Camii projesi ilk olarak 1968 yılında, Taksim Meydanı düzenlemesi ve bir cami inşaatı önerisiyle gündeme gelmişti. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel'in kurduğu Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti döneminde, Taksim Camii'nin inşaatı için ilk resmi adım atılmıştı. Uzun çalışmalarının tamamlanmasından kısa süre sonra ise 1980 Darbesi yapıldığı için cami yerine otopark inşası düşünülmeye başlanmıştı. 1984'de belediye başkanlığına seçilen Bedrettin Dalan, Cumhuriyet Anıtı'nın yer aldığı Taksim Meydanı ve çevresinin düzenlenmesi amacıyla proje yarışması açmıştı. Taksim Meydanı'nı, Cumhuriyet Dönemi kimliğiyle bütünleşen bir kültür sanat ve kentsel yaşam alanı olarak ele alan projelerde Taksim Camii'ne ise yer verilmemişti. Bedrettin Dalan'ın seçimi kaybetmesinden sonra görevi devralan Nurettin Sözen'in, meydanın ortasında İstanbul Metrosu Taksim İstasyonu inşaatını başlatması üzerine, projenin uygulanması olanağı da ortadan kalkmıştı. Sonraki seçimlerde ise başkanlık koltuğuna bu kez Recep Tayyip Erdoğan oturmuştu. Erdoğan, Taksim ile ilgili bir başka projeyi, Taksim Camii projesini gündeme getirmişti. Gündeme tekrar gelmişti gelmesine ama yıllar geçmesine rağmen her hangi bir gelişme olmayınca yalnızca gündeme geldiğiyle kalmış olacaktı Taksim Camii projesi. Muhtemelen Göztepe Camii projesi de Taksim'de olduğu gibi hayata geçirilmeyecek. Aslına bakarsanız cami olgusunun sembolik anlamda siyasi ve toplumsal bir izdüşümü olduğu varsayımıyla belediye meclisinden böyle bir tasarı başkanlık tarafından geçirildiyse bu karar yeniden ele alınmalıdır. Yok eğer toplumun talepleri ve ihtiyaçları adına bu proje hayata geçirilmek isteniyorsa alınan karardan irade-i güç adına kesinlikle geri adım atılmamalıdır. Yaşananlar düşündürücü Aynı şekilde hem medya, hem de Kadıköy, Göztepe ve civarında toplum mühendisliğine soyunanlarda cami olgusunun -aynı şekilde- temsiliyetine karşılık gelen bazı anlamları düşünerek ve bundan rahatsız olarak böyle bir çıkış yapıyorlarsa bu gerçekten düşündürücü ve şüpheli bir durumdur. Bu tür bölgesel yaklaşımlar ve duruşlar hukukun ve kanunun esnekliği adına suistimaller doğuracak, bölgesel keyfi yönetim anlayışlarını ortaya çıkaracaktır. Ve bir çeşit bölgesel bölünmelere ve kutuplaşmalara sebebiyet verecektir. Hatta bizce çeşitli 'gettolar' meydana getirecektir. Zaten buna benzer sınıfsal ve toplumsal yerleşim birimlerinin olduğu hep iddia edilmiyor muydu? O zaman var olduğu varsayılan, 'Muhafazakar gettolar', 'Anarşist gettolar', 'Varoş gettoları'na, 'Laik gettolar'ı da eklersek sanırız yanlış bir konumlandırma ve sıfat yüklemesi yapmamış oluruz. 'Laik gettolar' olarak nitelendirilebilecek mevcut bölgeler adına bazı çevrelerde belki de ciddi bir 'din fobisi' vardır kim bilir? Oysa ki her şeyden önce çağdaşlaşma; kişinin her türlü baskıdan kurtarılmasını, kişinin bireyselleştirilmesini, temel hak ve özgürlüklerinin korunmasını, gelenek ve göreneklerin akıl süzgecinden geçirilmesini içermesi gerekir diye biliyoruz. Din üzerinden rant
Artık Türkiye'de hangi kurum ve kuruluş olursa olsun dini veya siyasi hiçbir sembolik değerin ardından giderek (buna camiler de dahil) rant peşinde koşmamalıdır. Yerine göre bir eşya, bazı canlılar, beden hareketleri, kıyafetler, bir sembol olarak kullanılabilirler. Mesela hilâl İslam'ın, haç Hıristiyanlığın sembolüdür, arkalarında derin ve karmaşık bir anlam dünyaları vardır. Burada üzerinde durulması gerekli önemli noktalardan birisi de, bir sembolün bir başka yerde kullanımı, mesela hukuki sembolün eğitimde, eğitimin dinde, dini sembollerin siyasette kullanılmasının doğurabileceği sorunlardır. Türkiye'de yönetimsellik ve yetkisiz yönetme arzusu din siyaseti çerçevesinde yürüttüğü, sembollere tavır koymanın halk katlarında içselleştirilebilecek bir gerekçesini bulamamıştır. Bu çerçevedeki bazı icraatlar toplumsal güvenden pekçok şey alıp götürmüş, arkasında duran kurumları ve çevreleri da esaslı biçimde yıpratmıştır.
|
|
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi |
© ALL RIGHTS RESERVED |