|
|
Son günlerde ardarda düşen uçaklar, akılları karıştırdı. Uçak korkusu olanlar, asla binmem dese de, uçmak en güvenli ulaşım yolu. Uçamasak dünyayı nasıl keşfederiz? Mesela Sokotra'yı
İnsanoğlunun gökyüzünü keşfi, zamanla uçakların ulaşımın candamarı olmasını sağladı. Bir ülkeden diğerine kervanlarla, aylarca süren yolculuklar, beş altı saate indi. Dünyanın bir ucundan öbür ucuna gitmek, en yakın havaalanına ulaşmanıza bağlı artık. Uçakla seyahat, mesafeleri kısaltıyor, konfor sağlıyor ama yeterince güvenli mi? Son bir ay içinde dikkat çekici bir artış var uçak kazalarında. Yunanistan, Venezuela, Sicilya ve son olarak Peru'da düşen uçaklarda, yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Dünyanın farklı kıtalarında, birbirinden çok uzak noktalarda düşen bu uçaklarla ilgili komplo teorileri de üretiliyor tabii. Gökbilimlerle yakından ilgilenenler, iddiaları ispatlanmasa da, Mars'ın dünyaya çok yaklaştığı bugünlerde, gezegenlerarası bir çekim gücünün oluştuğunu ve bu manyetik alanın etkisine giren uçakların, kontrolü kaybedip yere çakıldığını ileri sürüyorlar. Tarihte Mars'a 'savaş gezegeni' tanımının yakıştırılması, bu iddiayı pekiştiyor gökbilimcilere göre. Bir diğer iddia da, dünyanın kendi merkezindeki çekim gücünde farklılık oluştuğu ve gezegenimizin manyetik alanındaki değişimle, uçakların düştüğü. Böylesi iddialar uzar gider ama tuhaf olan, bu uçakların düşme nedenlerinin hala tam olarak aydınlatılmamış olması. Uçaklar kadar, havaalanları da çok önemli güvenli bir yolculuk için. Doğru konumları, doğru zamanlarda bildiren kule görevlileri ve havaalanının inişe uygun olması gibi, zincirleme güvenlik tedbirleri bir uçuşun olmazsa olmazları. Peki, Umman Denizi'nin ortasındaki küçücük bir ada olan Sokotra'da durum nasıl dersiniz? SOKOTRA HAVAALANI (!) Sokotra adası Baharat Yolu döneminde önemli bir limana sahipmiş. Hindistan üzerinden gelen gemiler, bu adada mola verir, biraz daha baharat alır, yola devam edermiş. Uçaklarla dünya küçülünce, önemi azalmış adanın. Ama kimi meraklılar için vazgeçilmez bir keşif ortamı sağlıyor Sokotra. Sokotra'ya gitmek için, Yemen'in başkenti San'a'dan Al-Mukalla kentine uçuluyor. Ardından dört saatlik bir uçuşla, Sokotra adasındasınız. İnerken pilotların birkaç kez piste pas geçmesi, biraz ürkütse de, ne ile karşılaşacağınızı bilmeden önem taşımıyor pek. Ancak, uçağın kapıları açılıp, bir havaalanına adım atacağınızı sanarken, kırmızı toprağa basıyorsunuz. Ve büyük şok. Sokotra havaalanı diye bir şey olmadığını görüyorsunuz. Deniz kıyısında düzeltilmiş arazi, kıpkırmızı bir toprak parçası ve en önemlisi ne kontrol kulesi ne havaalanı binası. Hiçbir şey. "Sokotra havaalanına inmek üzereyiz, lütfen kemerlerinizi bağlayın" diye anons yapan hostesin sesi çınlıyor kulaklarımda. Havaalanı mı? Burada öyle bir şey yok ki? Tabii aynı zamanda, uçak pas geçerken, yani biz havadayken ve uçak bir türlü inmeyi başaramazken, denize veya hemen kıyıdan yükselen tepelere çakılma ihtimalimizin hayli yüksek olduğunu idrak ediveriyorum.
Adı "havaalanı" olan Sokotra düzlüğünde, uçaktan inince bir başka macera başlıyor. Bagajlar nasıl ve nereden alınacak? Az sonra durum aydınlanıyor. İki kamyonet uçağa yanaşıyor ve valizler uçaktan "atılmaya" başlıyor. Bu arada, içi balık dolu bir paket patlıyor ve her yere balıklar saçılıyor. Nihayet, valiz atma işlemi bitince, kamyonet uçaktan biraz uzaklaşarak, toprak arazide park ediyor, ardından valiz savaşı başlıyor. Uçaktan inen herkes, kamyonetin arkasına saldırıyor ve kapanın elinde kalan, tabir-i caizse onun oluyor. Etrafta yüzlerce Sokotralı, adaya haftada bir inen uçaktan inenleri görmeye gelmiş size bakarken, anlıyorsunuz ki, sizin gibilerin valiz kapma mücadelesi, adalılar için seyirlik oyun. Müthiş eğleniyorlar yolcuları izlerken. Sokotra havaalanı denilen kıpkırmızı toprak düzlükte, alan güvenlik görevlileri dikkatimi çekiyor o esnada. Ellerinde sopa var! Sopalı görevliye daha fazla bakıp rahatsız etmeden, valizleri kurtarıyorum ve Sokotra'nın başkenti Hadibu'ya hareket ediyorum. Sokotra adası, bir uçtan diğer uca, 120 kilometre. Adada asfalt yol yok. Başkent Hadibu, toplam 50-60 evden oluşuyor. Başkentin iki bakkalı, bir eczanesi, bir lokantası ve bir moteli var. Adalıların temel geçim kaynağı balıkçılık. Dolayısıyla hayata erken uyanıyor Sokotra halkı. Sabaha karşı dört gibi, okyanustan çıkardıkları dev balıklarla dönüyorlar adaya. Bu dev balıkları da sadece sabah kahvaltısında yiyebilirsiniz Sokotra'da. Zira adada elektrik olmayınca, buzdolabı da yok.
Sokotra'da elektrik olmadığı gibi, çöp toplama kamyonlarının gürültüsü de yok. Çöpleri öğütme işini, zoolojide "Mısır Akbabası" olarak bilinen kuşlar yapıyor sessiz sedasız. Ada halkı bu kuşa, "Belediye Kuşu" diyor. Arapça konuşulan Sokotra'da, dilimize Arapça'dan yerleşmiş "belediye" sözcüğünü bu şekilde duymak, acaba Türkiye'de her kente Mısır akbabalarından sürüler mi ithal etsek diye de düşündürüyor beni. Belediyelerimizin, "daha temiz bir çevre için", "belediye kuşu" ihalesi açması, ilginç olurdu doğrusu. Tam 815 tür bitki var Sokotra'da. Uzun yıllar dünyayla bağlantısının kopuk olması, adada 260 civarı bitkinin, endemik olmasına sebep olmuş. Unesco, 1993' ten bu yana, adada "Doğayı Koruma Projesi" yürütüyor. Saba Melikesi Belkıs'ın, en etkileyici parfümlerini hazırlatmak için, M.Ö. 6 yy.'da, Sokotra'dan Mir ağacı getirttiği rivayet ediliyor. Mir, gazoz ağacına benzeyen, üst kısmında pembe çiçekler açan bir ağaç ve tütsüsü, tüm dünyada büyük ilgi görüyor. Sokotralılar Mir ağacına, "Çöl Gülü" diyorlar. Uçsuz bucaksız beyaz kumsalları, turkuaz deniziyle günün birinde Maldivler gibi bir turizm merkezi olur mu Sokotra bilinmez, ama kıyılarında bir tek turistik tesisin bulunmadığı, bir insan sesinin dahi duyulmadığı, sadece yengeçlerle yüzebileceğiniz kumsallar var mı hala diye düşünüyorsanız, Sokotra kendinize verebileceğiniz en iyi hediye. Sokotra'da güleryüzlü olmanız tüm evlerin kapısını açacaktır size, yeter ki adalı olmayı benimseyin. Sokotralılar, "Ya gharip kun adip" diyorlar. "Bir yabancı, iyi görünmeli ve güleryüzlü olmalıdır." Medeniyetin elektrikli gürültüsünden bunalanlar, elektriksizliğin medeniyetine, Sokotra'ya, kendi sesinizi dinlemeye, bir gün mutlaka gitmelisiniz. Kendi iç sesinizi dinlemeye. En azından hayal etmelisiniz. "Bin kilometrelik bir yolculuk, ilk adımla başlar" deniyor bir atasözünde. Elbette, düşen uçaklar sizi korkutmuyorsa.
naribeyza@hotmail.com
|
|