AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
||
|
|
Etiketleme, numaralandırma, yargılama meraklısı Türk aydınının, sağcısından solcusuna kadar hemen hepsi, tuhaf bir biçimde, bu yöntemin, yani 'basit bir teknik ve matematik' yönteminin indirgemeci üslubunun esiridirler.
Milan Kundera 1983'de ABD'de verdiği 'Cervantes'in Hor Görülen Mirası' adlı konferansının girişinde, Edmund Husserl'in 'Avrupa hümanizmasının bunalımı' üzerini ünlü konuşmasından söz eder. Söz konusu bunalımın meydana gelmesinin nedeni, Husserl'a göre, 'Modern Çağ'ın başında, Galilei'de ve Descartes'de, tek yanlı bir özelliğe sahip Avrupa bilimlerinde yatıyordu. Bu bilimler dünyayı, basit bir teknik ve matematik nesnesi durumuna indirgemiş ve yaşamın somut dünyasını (onun deyimiyle 'die Lebenswelt') dışlamışlardı. Hemen söyleyelim ki, 'yaşamın somut dünyası'nı dışlayıp, 'dünya'yı 'basit bir teknik ve matematik nesnesi'nin indirgemeci yöntemiyle çözümlemek, Pozitivizm'in temel argümanıdır. Modern düşüncenin araştırma yöntemi olan pozitivizm ele aldığı fenomenin sadece maddî ve gözlenebilir taraflarını dikkate alır. Mesela, bir elmanın rengini 'kırmızı' diye kestirip atar. Bu 'basit bir teknik ve matematik' yöntem, yalnızca ana rengi, dolayısıyla formel olanı irdeler. Oysa o basit gibi görünen 'elma'nın üzerinde yalnızca 'kırmızı' rengini görmek, sözkonusu rengin sonsuz sayıda tonlarından müteşekkil 'ara renkleri' ıskalamaktan başka bir şey değildir. Bu da pozitivizmin son derece indirgemeci ve şekilci (formel) olduğunu gösterir. Anlamak yerine, mahut yöntemden feyz alarak, yargılamak!.. Sözü bu noktada, Türk aydınlarına getirirsek eğer,? şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, etiketleme, numaralandırma, yargılama meraklısı Türk aydının, sağcısından solcusuna kadar hemen hepsi, tuhaf bir biçimde, bu yöntemin, yani 'basit bir teknik ve matematik' yönteminin indirgemeci üslubunun esiridirler. Esir düştükleri bu üslubun yapısı ise kelimenin tam anlamıyla semiyotik bir mahiyet arzeder. Gösteren her zaman gösterileni belirler. Bütün bunlar nasıl olur mu, diyorsunuz? Diyelim ki, X gazetesinde yazıp çiziyorsunuz, onların indinde, siz bu X gazetesinin hem 'tetikçisi', hem de fikriyatının sadık bir mensubusunuz. Yani X gazetesi gösteren (signifiÈ), siz gösterilen (signifiÈnt) konumundasınız. Devran döndü. Siz herhangi bir sebep yüzünden X'den ayrılıp Y gazetesinde çalışmaya başladınız. Bu kez siz artık Y'nin belirlediği bir semiyotikten tanımlanırsınız. Kısacası: anlamaktan uzak, sadece ve sadece etiketleme, numaralandırma ve yargılama özelliğine sahip bir semiyotik hapishaneye konulursunuz. Tıpkı Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar'ında yer alan 'curcuna' misâli. Bu 'curcuna', Alpaslan, Abdülhamit, Maksim Gorki, Hitler, Osman Hamdi Bey, Namık Kemal, Ziya Gökalp, Fuzûlî v.b. 'tarihî şahsiyetler'in birbirlerini hiç duymadan oynadıkları oyuna tekabül eder. Jale Parla bunu bir 'söylemler curcunası' şeklinde değerlendirir. "Kimse kimseyi dinlemez, söz sözü duymaz, hiçbir dil öbür dilin farkında değildir. Aydının içinde yüzdüğü, (yoksa boğulduğu mu diyelim?) bir kültür karmaşasında diyalog olmadığı için çeşitlilik de yoktur aslında; çünkü çeşitlilikten söz etmek için dil ve söylemlerin birbirine kulak vermesi gerekirdi". 'Kültür Karmaşası' veya 'Söylemler Curcunası'ndan diyaloga geçişin sağlanması zor görünüyor. Bu noktada Yenişehirli Avni Bey'e kulak vermekten başka çare yok:
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |