T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K Ü L T Ü R
Bir rebab ve bir erbab

Türkler'in kullandığı en eski yaylı saz 'rebab'. Gövdesi su kabağından, telleri at kılından, sesi öte dünyadan... Rebaba bugün Mehmet Refik Kaya sahip çıkıyor.

Rebab teli at kılı, teknesi gövdesi su kabağı, hindistan cevizi veya ağaçtan oyularak yapılıyor. Bilinen en eski yaylı enstrüman olan rebab, kemanın, kemençenin, çellonun atası... Gerçek boyutları hakkında kayıtlı bir bilgi olmamakla beraber, bir gövde sap ve ayaktan oluştuğu biliniyor. Tarihin farklı devirlerinde çeşitli isimlerle adlandırılan rebabın resmine, eski kalıntılarda ve birçok Osmanlı minyatüründe rastlamak mümkün. Anavatanı Orta Asya olan bu çalgıyı arkeolojik buluntular dokuzuncu yüzyıl ile tarihlendiriyor. Tabii o zamanlardaki adı rebab değil, ıklık. İnleme, yakınma anlamına gelen bu söz, sazın sesinin rengi ile de örtüşüyor. 17. yüzyılda, Tanzimat Dönemi'nde Avrupa'dan kemanın gelişine kadar ev ve saray fasıllarında yaygın olarak kullanılan bu enstrüman Tanzimat'tan sonra yerini kemana bırakmış. Rebab kemanın gelişmişliği yanında ilkel kaldığından dönemin müzisyenleri pek itibar etmememişler. Nağmelerinde verdiği hüzünle dinleyene uhrevi hazlar yaşatan bu sazı kullanan nadir saz ustalarından Mehmet Refik Kaya ile 9. yüzyıldan bugüne ulaşan sazın hikayesini konuştuk.

Rebab, Türkler'in kullandığı en eski yaylı sazın adı. Gövdesi su kabağından, telleri at kılından yapılan, sesi öte dünyadan gelen bu "içli" saz, "ıklık" adıyla Şaman Türkleri'nde rahiplerin çaldığı ayinleri renklendirmiş, İslam'a geçişten sonra mevlevihanelerde ve saray fasıllarında meşkedilmiş bu sesle, bugün ise kaderine terkedilmiş. Rebabın bir kenarda unutulmasına göz yummayan Mehmet Refik Kaya, ilk kez rüyasında tanıştığı bu saza bir ömür adamış.

Tanzimat kemençeyi seçti

Dilin yenilenmesi ve kültürel gelişimle ıklık ismi önce kemençe olarak değişir, ardından Tanzimat Dönemi'nde aristokratlar avam bulup kemençeyi rebab olarak isimlendirirler. Rebab'ın, Arapça'da yay ile çalınan çalgıların müşterek isimi olduğunu söyleyen Kaya, transpoze edilebilen değişiklikler, uyarlamalar ve perde bağı eklemeleri ile yaptığı kendi enstrümanına 'Refik-i Rebab' diyor. Kendi adının anlamı olan arkadaş, yani Refik ve rebab birleşince rebabın arkadaşı ortaya çıkıyor.

İlk kez rüyasında dinledi

Kültür Bakanlığı Türk Müziği Topluluğu'nda rebab çalan ve babası Türkiye'nin en eski müzisyenlerinden olan Kaya, eski İstanbul'da insanların en büyük eğlencesinin akşam fasılları olduğu dönemlerde musıkîyle ilgilenmeye başladığını söylüyor. Refik Bey rebabla tanışma öyküsünü anlatırken epey duygulanıyor: "Bir gece rüyamda rebab çaldım. O güne kadar hiç tanımadığım bu ses beni çok etkiledi. Sabah kalktığımda ses kulaklarımdaydı, unutamadım o sesi, arayıp buldum ve her türlü eseri icra edebileceğim bir enstrüman haline getirdim."

Günümüze bu enstrüman ile uğraşan amatör çevrelerin bulunduğunu söyleyen Kaya, sazın prototipiyle kullanmada ısrarlı olanların varlığından da bahsediyor. Geleneğin yaşatılmasının mutlak olduğunu ama bununla beraber profesyonel anlamda yapılan müziğin her formdaki icrasının onlarla yapılmasının pek mümkün olmadığını dile getiren sanatçı, "Profesyonel anlamda çalışmalarımızı sürdürürken her türlü eser icra ediyoruz, değişik akordlar kullanıyoruz, en kadimden en moderne tüm eserleri çalabilmemiz gerekiyor. Sazın eklemelerimle ortaya çıkan yeni hali, geniş entervallerin icrasında çalıcıya büyük kolaylık sağlıyor" diyor.

Yurtdışından talep var

Rebabın yapımınıda üstlenen ender sanatçılardan olan Kaya, yurtdışından rebab isteyenlerin olduğunu, Türkiye'den de entelektüel seviyesi yüksek birkaç öğrencinin hem yapımını hem de icrasını öğrenmek için ders aldıklarını söylüyor. Rebabı Türk Müziği'ne tekrar kazandırmış olmaktan duyduğu mutluluğu anlatan sanatçı, bugün unutulmaya yüz tutan enstrümanların tekrar gündeme gelmeleri için çaba gösterilmesi gerektiğini belirtiyor.

Bir çalgı müzemiz bile yok

"Çalgı müzelerimiz olmalı. Geçmişten bugüne tüm enstrümanlarımız bulunup sergilenmeli. Muhafaza edilirken de, geliştirilip adapte edilebilir. Yalnız mutlaka yetkin kişiler tarafından yapılması lazım" diyen Kaya, sözlerini şöyle bitiriyor: "Alalattin Yavaşça, Selahattin İçli, Doç. Cahit Atasoy benim sazımın yeterliliğini kabul ettiler, eski rebabçılar mükemmel buldu. Artık ben kendimi bir enstrümanı kurtarmış olarak görüyorum."

  • HALE KAPLAN ÖZ

  •  
    Dünyanın kadınları acının fotoğrafları
    Bilgi Atölye 111, İsveçli fotoğrafçı Ulla Lemberg'in gözünden dünya kadınlarını İstanbullu sanatseverlerle buluşturuyor.
    'Yarın'dan 'merkez'e mercek
    Aylık siyaset ve düşünce dergisi Yarın, şubat sayısında 'siyasetin merkezi neresi?' başlığıyla merkezi tartışıyor. Sağ ve sol kavramlarının anlamını yitirdiği ve siyasi partilerin kendilerini merkez ekseninde tanımlamaya çalıştığı bir süreçte, merkezin tanımı ve anlamı üzerinde duran makalelerle konuya yaklaşan dergi, yeni bir merkezin inşaası gerektiğine vurgu yapıyor. Kapak dosyasında Burhan Metin 'Bütün iktidar millete', Altay Ünaltay 'Anka kuşu ve merkez', Erol Göka, 'Türkiye vardır!' başlıklı makaleleri ile konuyu ele alıyor. Ayrıca siyaset bilimci-sosyolog Doç.Nuray Mert ile merkez kavramı etrafında geniş bir söyleşi yer alıyor.
    Yarın'ın şubat sayısında yahudi entelektüel İsrael Shamir'in siyonizm, Filistin ve barış konulu makalesinin yanı sıra ABD'li siyasetçi ve entelektüel Lyondon Larouche Amerikan ekonomi-politik sistemi hakkındaki analizlerine devam ediyor. Derginin yazarları arasına katılan Koreli araştırmacı Phar Kim Peng 'Kuzey Kore'nin nükleer şantajı' başlıklı makalesiyle merhaba diyor.
    Savaş lobisi ve medya
    Abdullah Muradoğlu "Tarihten Güncelliğe" başlıklı yazısında II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'yi savaşa sokma girişimleri ve medyanın konumunu irdeliyor. Yazıda bugünkü gelişmelere ışık tutacak, yöneticilerin Türkiye'yi savaşa sokmamak için izledikleri politikaya ilişkin ilginç anekdotlar yer alıyor. Bilgi tel: 0212 6791643

    Bakan, Bakü'de 'Kaçkınlar'ı açtı
    Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de temaslarda bulunan Kültür Bakanı Hüseyin Çelik, Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi toplantıları çerçevesinde, "Kaçkınlar'' (zorunlu göçmenler) konulu fotoğraf sergisinin açılışına katıldı. Azerbaycan Milli Kütüphanesi'nde açılan sergide gazeteci Yavuz Alatan'ın Yukarı Karabağ ile Ermeni işgali altında bulunan diğer Azerbaycan topraklarındaki evlerini terketmek zorunda kalan göçmenlerin hayatından kesitler sunan fotoğrafları yer alıyor.
    7 Şubat 2003
    Cuma
     
    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür

    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED