|
|
Lise son sınıf öğrencileri yıllardır raporlar alıp derslere girmiyor, sınavlara hazırlanmak üzere dershanelere gidiyormuş... Türkiye'nin en büyük gazetesinin etkili bir köşe yazarı bu "absürd" sosyal gerçeği, kendisini ziyarete gelen bir grup lise son sınıf öğrencisinden "tesadüfen" öğreniyor. Ülkenin Milli Eğitim Bakanı köşe yazarına mektup yazarak "durum aynen böyle" diyor, iki gün sonra da "sorun" başka bir büyük gazete tarafından manşete taşınıyor... Tuhaf değil mi?
Medyanın, büyük kitlelerin büyük sorunlarından büyük kopuşunun canlı bir örneğiyle karşınızdayız... Konumuz, "Üniversiteye hazırlanan lise son sınıf öğrencilerinin uyduruk rapor alarak okula uğramamaları" ve Millî Eğitim Bakanı'nın bu çerçevedeki itirafı: "Lise 3 fiilen bitti..." 9 Nisan'da Milliyet'in "Hababam sınıfı" başlığıyla manşete taşıdığı haber, Bakan Hüseyin Çelik'in Başkent Öğretmenevi'nde eğitim muhabirleriyle sohbetinde söylediklerine dayandırılıyor. Gazete, Çelik'in sözlerini haberin spotunda şöyle toparlıyor: "Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Lise 3. sınıflarda yaşanan kargaşaya tepki gösterdi. Öğrencilerin üniversiteye hazırlanıyorum diye okula uğramadığına dikkat çeken Çelik, tıp fakültesi olan üniversite rektörlerinin rapor talebinden bunaldığını, 'bizi kurtarın bunlardan' dediğini anlattı. Bu arada bazı veliler bakanlığa başvurup 'Çocuklarımızı toplu izine çıkaracak bir formül bulun' talebinde bulunuyor." Söyleyin, bu kadar büyük, aynı zamanda "absürd" bir sorun "yıllardır yaşanıyor" olacak ve ülkenin medyası bu sorunu harıl harıl tartışmayacak; böyle şey olur mu? Aslında "sorun"un medyadaki "keşfi" bundan dört gün öncesine, 6 Nisan Pazar gününe gidiyor... Hürriyet köşe yazarı Emin Çölaşan, kendisiyle söyleşiye gelen bir okulun lise son sınıf öğrencilerinden öğrendiği sorunu şöyle anlattı "Bu çocuklardan utanalım" başlıklı yazısında: "Önce biraz lafladık. 'Dersler nasıl gidiyor' diye sordum. Yanıt verdiler: 'Ders falan yok ki, hepimiz raporluyuz.' Önce anlamadım. Büyük bir saflıkla hasta mı olduklarını sordum. Çocuklar anlattılar: 'Lise ikinci sınıftan başlayarak hepimizin derdi üniversite sınavı oluyor. Dershaneye gitmeye başlıyoruz. Son sınıfa gelince devamsızlık süremizi dolduruyoruz, sonra rapor alıyoruz. Artık okul yok. Şimdi bizim sınıfta iki veya üç öğrenci ancak bulursunuz. Ders falan da yapılmıyor. Bütün okullar böyle.'" Çölaşan, "Öğrencilerin doğru söylediğinin belli" olmasına rağmen bununla yetinmiyor, "işin içindekileri" arıyor ve hepsi de öğrencilerin anlattığı tabloyu doğruluyor… Bir lise müdürü, bir matematik öğretmeni ve Hürriyet Ankara bürosundan Milli Eğitim muhabiri Kâmuran Zeren… Çölaşan, şaşkınlıklar içinde varlığını öğrendiği bu büyük sorunu yorumlarken de gayet yerinde bir tespitte bulunuyor. Şöyle diyor: "Şimdi gelelim esas rezalete ve utanç verici tabloya. Bu gencecik pırıl pırıl çocuklar, daha lise çağında bir şey öğreniyorlar: 'Türkiye'de sistem A'dan Z'ye bozuktur. Üniversiteye girmek için eğitimi okullar değil, ticaret yeri olarak çalışan özel dershaneler verir. Sınavda başarıya ulaşmak için okula gidilmez. Bunun için sağlık raporu gerekir. Rapor ise ancak yalanla, danışıklı dövüşle, torpille, rica minnetle, hatta parayla alınır...' Ve sahteciliğe bu yaşta itilen çocuklar, kafalarına yerleştirilen bu anlayışla yarın Türkiye'yi yönetecekler!"
BAKAN ÇELİK'İN AÇIKLAMASI
Emin Çölaşan 8 Nisan'da da Hüseyin Çelik'in uzun mektubunu yayımladı. Çelik, anlatılanları, "Problemi bizzat kendi çocukları dolayısıyla yaşayan" biri ve Milli Eğitim Bakanı olarak doğruluyor, mektubunu "hassasiyeti için Çölaşan'a teşekkür"le bitiriyordu.... Emin Çölaşan teşekkürü gerçekten de hak ediyordu, çünkü belli ki o bu meseleyi "etkili" olduğu herkesçe kabul edilen köşesine taşımasaydı, Bakan'ın birkaç gün sonra "Eğitim muhabirleriyle sohbet"e taşıdığı konu Milliyet'in manşetine yerleşmeyecekti. (Bu sonuca, öbür gazetelerin "sohbet"e ayırdıkları küçük alanlara bakarak da varabiliriz.) Şimdi bu haberle ilgili olarak takıldığımız noktaya dönebiliriz: Düşünün ki, anlatılan hikâye yıllardır yaşanmaktadır ve Türkiye'nin en büyük gazetesinin etkili bir köşe yazarı bu meseleden ancak birkaç gün önce ve bir tesadüf sonucu haberdar olabilmiştir... Çünkü onun çalıştığı gazete ve öteki gazeteler (üstelik Milli Eğitim muhabirlerinin her şeyi bilmelerine rağmen) bu büyük sosyal sorunu derinlemesine işlemeye gerek görmemektedir... Söyleyin, bir ülkenin medyası "sosyal"e bu ölçüde sırt çevirebilir mi? NOT. Milliyet'in "Hababam Sınıfı" manşetiyle yayımlandığı gün, içerde, gazetenin "eğitim sorunları"nı ele alan köşe yazarı Abbas Güçlü tam olarak şöyle yazdı: "(…) Güya sınava hazırlık nedeni ile lise 3'üncü sınıflarda ders yapılamıyormuş. Çünkü rapor alan derse gelmiyormuş. Milli Eğitim Bakanı bile her yerde bunu söylüyor. Rektörler ve doktorlar rapor isteklerinden bıkmışlarmış... Oysa bu konudaki yönetmelik çok açık. Bir öğrenci, mazeretsiz olarak 10, raporlu olarak da 20 olmak üzere en fazla 30 gün devamsızlık yapabilir. Oysa öğretim süresi 180 gün. Yani bir öğrencinin rapor ya da farklı bir gerekçe göstererek 31 gün devamsızlık yapması mümkün değil. Geçen yıldan biliyorum, üniversiteyi kazanan birçok öğrenci, fazladan bir iki gün devamsızlık yaptığı için liseden mezun olamadı ve bu yüzden üniversite kayıtlarını yaptıramadı. İki yıl öncesine kadar toplam devamsızlık süresi 90 güne kadar çıkabiliyordu. Belki de o zamanlardan kalan alışkanlık ile liseler boşalıyor demek, sistemi yıpratmaya yönelik ucuz politikadan başka bir şey değil…" Bu yorum, manşet haberin iç sayfadaki başlığı olan "Lise 3 fiilen bitti"nin hemen bitişiğinde yar aldı. Biz "dumur" olduğumuz için durumu yorumlayamadık. Artık siz nasıl yorumlarsanız... (A.G.)
İlginç bir tefrika: 'Saddam kimdir?'
Saddam Hüseyin, "Tigrit'li bir çoban"ken diktatörlüğe nasıl yükseldi? Sabah gazetesi yeni bir yazı dizisinde okurlarına, sabık Irak liderinin ne yapıp edip de bu derece gaddar birisi olabildiğini işin "psikolojik" yönünü öne çıkararak açıklamaya çalışıyor... İşte ileride bir diktatör olacak Saddam'ın çocukluk ve gençlik yıllarında başından geçen olaylar: "Bağımsız kaynaklara göre, Saddam henüz birkaç aylıkken, açlık ve yokluk babasının canına tak ettirdi. Ve evi terketti. (...) Saddam'ın ileriki yıllarda el üstünde tutacağı annesi, Saddam'la tek başına kalmıştı. Yakın akrabaları devreye girdi. Saddam ve annesine aylarca onlar baktı. Onlar yemek verdi. Annesi daha fazla dayanamadı ve İbrahim Hassan'la evlendi. Saddam üvey babasıyla hiç anlaşamıyordu. Üvey babası; Saddam'ı her fırsatta dövüyor, aşağılıyor, okula gitmesini istemiyordu...." "7 yaşına geldiğinde babası, ona 'Eve yiyecek getir' emirleri vermeye başladı. Emirlere direndikçe dayak yiyen Saddam, sonunda komşularında ne varsa çalmaya başladı.... Yumurta, tavuk, süt..." "Yıl 1947... Saddam 10 yaşında... Okuma yazma bilmeyen Saddam, kuzeninin kitap okumasını gıpta ile izliyordu. (...) Bir yıl içinde okuma yazmayı öğrenen Saddam, amcasının da teşvikiyle Bağdat Askeri Akademisi'nin sınavlarına girdi... Sınavda 'çakması' Saddam'ın ilk hayal kırıklığı oldu...." "15 yaşında ise sokak kavgalarına karışmaya başladı. Artık sürekli yanında metal bir çubuk taşıyor, etrafındaki her kavgaya gözünü kıprmadan giriyordu.." "Gençliğinden beri dakikliğe önem verirdi. Toplantı saat 15.00'teyse, ne 5 dakika önce ne de 5 dakika sonra gelinmesini isterdi. Yoksa erken gelenden 'Niye benden önce geliyorsun?' geç gelenden de 'Niye benden geç geliyorsun?' diye hesap sorardı..." İşte böyle.... Sabah gazetesinde yayımlanmaya başlanan Emre Ergül imzalı yazı dizisinde "İlerde Diktatör Olacak Genç Bir Adam Olarak Saddam'ın Portresi" bu ve benzer hikayelerle anlatılıyor.... Nasıl denirdi? Herhalde şöyle: "İlerde diktatör olacak çocuk, komşuların yumurta, tavuk ve sütünü çalmasından belli olur!" (K.B.)
Peki bastınız da size ne oldu?
Sabah gazetesinden bir haber: "Bedeli beş yıl". Gazete bu başlığının üzerine iki de fotoğraf iliştirmiş. Solda sağlıklı bir kadının, sağda ise ağır yanıklar sonucu yüzü tanınmaz hale gelen bir kadının vesikalık fotoğrafları... Bu iki fotoğraf aynı kadına ait. Soldakinin üzerinde "BÖYLEYDİ", sağdakinin üzerinde "BÖYLE OLDU" yazıyor. Kocasının başından aşağı benzin döküp ateşe verdiği talihsiz bir kadın bu... Peki gazete bu iki fotoğrafı yan yana, "BÖYLEYDİ" ve "BÖYLE OLDU" bilgisiyle okurlarına niçin sunuyor? Amacı ne? Başından aşağıya benzin dökülüp ateşe verilen bir kadının nasıl olabileceğini okurlarına açıklamak için mi? Yüzü tanınmaz hale gelen kadının fotoğrafının okurlar tarafından "ilginç" bulunacağını düşündüğü için mi? Ne için, hangi akla hizmet etmek için? Anlaşılır gibi değil.... "BÖYLEYDİ" ama ateşe verilince "BÖYLE OLDU"... Peki siz gazete olarak bu fotoğrafı bastınız da size "NE OLDU?" (K.B.)
Geçen haftanın en güzel manşeti
Geçen haftanın gazetelerinde bol miktarda "kötü" manşet olduğu malûm. "Bağdat'ın düşmesi" üzerine herkes elinden geleni ortaya koymaktan geri kalmadı.... Peki ya "en güzel manşetler"? 10 Nisan tarihli Cumhuriyet'te yer alan şu manşet bunlardan birisiydi: "Bağdat işgalcilerin elinde". Yalan mı? Saddam diktatördü; Baas rejimi totaliter bir rejimdi; Bağdatlılar Amerikalılar'ı sevinçle karşıladılar... Tamam eyvallah.... Ama "son kertede" (bu ifadeyi özellikle kullanıyoruz ki, "eşek anlar, Türk solcusu anlamaz" diye manasız şekilde hiddetlenenler daha bir hiddetlensin!) bütün bu olup bitenin adı "işgal", bu işi becerenlerin adı da "işgalci" değil mi? (K.B.)
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |