AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Avrupa'da yükselen değer:
IRKÇILIK

Irkçılık, iki farklı tezahür olan kapitalizm ve kolonyalizm düzleminde boy vermiştir. Bu bağlamda ırkçılık, kelimenin tam anlamıyla Batı menşelidir ve Batı'da neşvünema bulmuştur. Batı'nın son 500 yılda yaşadığı 'humaniter düşünce' devriminin kurduğu 'modern dünyanın' insanlığın başına musallat ettiği primitif bir olgudur, ırkçılık. Irkçılığın ilk mağdurları Amerikanın yerlileridir. Diğer bir ifadeyle ilk defa ırkçı vahşet Batılı beyazların Kızılde-rililer'e karşı uyguladıkları katliam olarak tarih sayfalarına kazınmıştır.

  • RECEP KARAGÖZ / YAZAR
    Türkiye'de, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik tartışmaları yoğunluk kazanmış bulunmaktadır. Sözkonusu tartışmaların ana temasını ekonomi (refah) ve insan hakları (özgürlükler) oluşturmaktadır. Ne var ki, Türkiye'de, Avrupa Birliği tartışmaları bu iki temayla sınırlandırılmaktadır. Bu yaklaşım, geniş halk kitlelerinin Avrupa Birliği'ni tanıma noktasında eksik bilgilenmesine vesile olmaktadır. AB değişik açılardan olduğu kadar aynı topraklarda yükselen değer haline dönüşen "ırkçılık" açısından da değerlendirilmelidir.

    Yıllardır, muhtelif vesilelerle bir yandan ırkçılığın modernite içinde eğrildiği, diğer yandan siyasallaştığına dikkat çekmeye çalıştık. Avusturya'da Jörg Heider'in liderliğindeki Avusturya Özgürlük Partisi'nin [FPÖ] 3 Ekim 1999 tarihinde yapılan ulusal parlamento seçimlerinde oyların yüzde 27'sini alması, ardından Fransa Milli Cephe Partisi'nin seçim başarısı, ırkçılığın hangi oranda siyasal taban bulduğunun açık ve net parametrelerinden olduğunu anlatmak için çaba sarf ettik.

    Öte yandan 11 Eylül olayları sonrasında, Amerika'nın baskısı neticesinde bütün dünya ve AB ülkelerinde yaygınlaştırılmaya çalışılan İslam düşmanlığı, AB ülkelerinde anti-İslamizm sürecini daha da tetiklemiş olduğunu vurguladık. Her iki tezi somut örnekleriyle aşağıda analiz etmeye çalışalım.

    Humaniter düşünce ürünü

    Bilindiği gibi, kendi ırkını diğer ırklardan üstün sayarak, onlar üzerinde hegemonya kurmayı meşru görüp bu uğurda mücadeleyi öngören ideoloji olarak tanımlarız ırkçılığı. Başka bir ifadeyle ırklar arasındaki eşitsizliği savunan ve yeryüzünde üstün ve aşağı ırkların varlığını öngören düşünce, davranış, öğreti, politika ve ideolojilerin genel adıdır ırkçılık.

    Antik dönemlere ait olan 'biz' ve 'ötekiler' temelinde ortaya çıkan 'etnik merkezcilik'i [etnosantrizm] bir tarafa bıraktığımızda, ırkçılık olgusunu, modern dönemlere ait bir olgu olarak tanımlayabiliriz. Bilindiği gibi etnik merkezcilik kavramı, antik dönemlere ait olan bölgecilik ve kültürel dar görüşlülüğü tanımlamak üzere türetilmiş bir kavramdır.

    Irkçılık, iki farklı tezahür olan kapitalizm ve kolonyalizm düzleminde boy vermiştir. Bu bağlamda ırkçılık, kelimenin tam anlamıyla Batı menşelidir ve Batı'da neşvünema bulmuştur. Batı'nın son 500 yılda yaşadığı 'humaniter düşünce' devriminin kurduğu 'modern dünya'nın insanlığın başına musallat ettiği primitif bir olgudur, ırkçılık. Irkçılığın ilk mağdurları Amerika'nın yerlileridir. Diğer bir ifadeyle ilk defa ırkçı vahşet Batılı beyazların Kızılderililer'e karşı uyguladıkları katliam olarak tarih sayfalarına kazınmıştır. 1550'de İspanyol teolog Gaines de Sepulveda, Kızılderililer'in aşağılık bir ırk olduğunu ve beyazlara hizmet etmek için yaratıldıkları fikrini açıkça ifade etmiştir.

    17. Yüzyıl'da beyazların gözünde siyahlar 'hayvan' beyazlar ise 'insan'dı ve siyahlar beyazlara özgü hiç bir şeyi taklit etmeye hakları yoktu. 19. Yüzyıl'da köleliğin kaldırılmasıyla birlikte siyahlar insan statüsüne kavuşmuş fakat beyazlara nispetle aşağı ırktan sayılmışlardır. 20. Yüzyıl boyunca Batı merkezli sömürgeciliğin daha rafine haline dönüşmesi dahi üstün ırk kavramında bir gerileme doğurmamıştır.

    20. Yüzyıl: Irkçılıkta evrim

    20. Yüzyıl sonları itibarıyla ırkçılık ideolojisinin temel hedefi doğrultusunda bir değişim yaşanmaktadır: Modern ırkçılığın yine modern çerçeve içinde kalarak bir evrim geçirmesine tanıklık etmekteyiz. 500 yıllık tarihi geçmişi olan klasik ırkçılık, biyolojik ve fizyolojik temele dayanmaktaydı. Günümüz ırkçılığı kültürel değerleri hedef seçen bir karaktere bürünmüştür. Kelimenin tam anlamıyla 'etnik' ırkçılıktan 'kültürel' ırkçılığa doğru bir evrim yaşanmaktadır.

    Bu bağlamda, Batı'da ırkçılık hareketi II. Dünya Savaşı'ndan önce 'anti-semitist', savaş sonrasında 'anti-komünist' eksene otururken, komünizmin çöküşü sonrasında ise sistemli bir şekilde 'anti-İslamist' eksene oturtulmaktadır. Anti-İslamizm temelindeki söylemler kesinlikle basit, marjinal gruplar ve onların bazı eylemleri ile izah edilemez. NATO'nun da, soğuk savaş sonrası meşruiyet krizini aşmak için yeni hedefini 'İslam' olarak belirlemesi, Avrupa'da yaşayan Müslümanlar'ı bu düşman gücün uzantıları olarak tanımlaması; bütün Avrupa'da her geçen gün belirginleşen anti-İslamizm'i daha da körüklemiştir.

    Irkçılığın yeni hedefleri

    Avrupa'da ırkçı saldırıların cami ve benzeri Müslüman kurumlara yönelik olması, yabancılar içinde özellikle Müslümanlar'ın çok tehlikeli olduğu tezine yaygınlık kazandırmaktadır. İslam çıkışlı sivil toplum örgütlerinin her biri potansiyel birer terör örgütü gibi propaganda edilmekte ve yakın takip altında tutulmaktadır. Camiler polisler tarafından basılıp altını üstüne getirerek kundaklanmaktadır. 11 Eylül sonrası, önceden örtülü veya ima yoluyla işaret edilen İslami örgütlerin potansiyel tehlike oluşturdukları artık, açıktan net olarak telaffuz edilmeye başlanmıştır.

    Bu koroya Avrupalılar'ın yanısıra Türk kökenli göçmen politikacılar da katılmışlardır. 28 Ocak 2002 tarihli (Avrupa) Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında, SPD Federal Meclis üyesi Leyla Onur, 'başörtüsü kötü bir görüntü mü, rahatsız oluyor musunuz?' sorusuna şu cevabı veriyor: 'Evet! Kadınların başının örtülü olmasından rahatsızlık duyuyorum, çünkü bu bir kadını aşağılayan bir görüntü. Yani ideolojik anlamda, din kisvesi altındaki sömürüye yönelik olanından bahsediyorum. Sayıları o kadar çok ki Almanya'daki sokak görüntüsünü çok yabancılaştırıyorlar.'

    Yeşiller (Bündnis 90 / Die Grünen) Partisi'nden AB milletvekili seçilen ve daha sonra SPD'ye geçen Ozan Ceyhun, 28 Aralık 2001 tarihli (Avrupa) Hürriyet gazetesinin Günün Konuğu köşesinde 'Köktendinci din tüccarları' başlıklı yazısında, (isim vermeden) son günlerde kapatılacağı yönünde söylentiler yayılan İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) örgütünü ve Avrupa Müslüman toplumunu, hedef göstermiştir.

    Hollanda'da göçmenler arasında demografik olarak en fazla sayıya sahip olan ve fizyolojik olarak da en çok dikkat çeken Sürinamlılar'dır. Ancak en çok ırkçı saldırıya maruz kalanlar ise Faslılar ve Türkler'dir. Almanya'da en fazla sevilmeyen göçmenler arasında Türkler gelirken, İtalyan, Portekiz ve İspanyollar sevilmeyenler kategorisinde son sıralarda yer almaktadırlar. Bu istatistiklerden de anlaşılacağı gibi, İtalyan, Portekiz, İspanyol ve Sürinamlılar'ın üstün(!) Batı uygarlığının birer unsurları gibi görülmesidir.

    Avrupa'da yabancı denince akla Müslümanlar gelmektedir. Almanya'da Türk kökenlilere, Fransa'da Kuzey Afrika [Cezayir, Fas, Tunus] kökenli Araplara, İngiltere'de Pakistanlılar'a, Belçika ve Hollanda'da Türk ve Araplar'a yönelik gerçekleşen ırkçılık eylemleri temelde İslam karşıtlığı (anti-İslamizm) taşımaktadır.

    Eski Yugoslavya'nın dağılması sürecinde yaşananlar bu bağlamda bir utanç vesikasıdır. Bosna Hersek ve akabinde Kosova Müslümanları'na yönelik olarak başlatılan yakın tarihin bu en kanlı vahşeti, 'etnik arındırma' operasyonudur. Batı'nın 500 yıllık tarihinin bütün aşamalarında dominant olarak karşımıza çıkan klasik [biyolojik-fizyolojik] ırkçılık Balkanlar'da yaşanan bütünüyle Müslümanlar'a yönelik 'soykırım' örneğinde olduğu gibi kültürel ırkçılık olarak eğrilmiştir.

    İstatiksel durum

    Avrupa ülkelerinde toplumsal bazdaki ırkçı potansiyele istatiksel olarak kısaca temas edelim: Aşağıda, Avrupa Barometre Araştırma Anketleri'nin 1997 yılında ırkçı ve yabancı düşmanlığına ilişkin araştırma sonuçlarını ve bir diğer araştırma merkezi olan Allensbach Institut für Demoskopie'nin milliyetçi düşüncelere yönelik araştırma sonuçlarını vereceğiz. Ancak her iki araştırmanın sonuçları asla kesin olarak değerlendirilmemelidir. Aşağıdaki rakamlar, ırkçı ve ulusal gurur taşıyan potansiyele ilişkin Avrupa ülkeleri arasında bir mukayese açısından değerlendirilmesi amaca daha uygun düşecektir. Avrupa Barometre Araştırma Anketleri'ne göre, Avrupa genelinde ırkçı potansiyel yüzde 33 civarındadır. Diğer bir ifadeyle Avrupa'da her üç insandan biri kendini 'ırkçı' olarak tanımlamaktadır. Avrupa ülkeleri bazında ırkçı potansiyelin Belçika, Fransa ve Avusturya'da, diğer ülkelere nazaran daha yoğun olduğunu görüyoruz. Belçika'da yüzde 55, Fransa'da yüzde 48, Avusturya'da yüzde 42, Almanya'da yüzde 34 oranında insanlar kendini 'tamamen ırkçı' veya 'bayağı ırkçı' olarak tanımlamaktadır. Bu bilgiler arasında şaşırtıcı olan Almanya'da kendini 'ırkçı' olarak tanımlayan insanların Belçika, Fransa ve Avusturya'ya oranla daha az sayıda olmasıdır. Almanya'da ırkçı eylemler daha fazla şiddet içermekte ve bu yolla Almanya ırkçılık eylemlerinde daha fazla öne çıkmaktadır. Bu da yukarıdaki rakamlara bakınca şaşırtıcı bulunmaktadır.

    Allensbach Institut für Demoskopie'nin araştırma verilerine göre Britanyalılar'ın yüzde 55'i Britanyalı, İtalyanlar'ın yüzde 41'i İtalyan, Fransızlar'ın yüzde 33'ü Fransız, Almanlar'ın ise yüzde 21'i Alman olmaktan 'çok gurur' duymaktadırlar.

    Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, ırkçı ve yabancı düşmanı saldırıların 2000 yılında 15 bin 951'e çıktığını açıkladı. Öte yandan Almanya genelinde eyleme hazır 8000 civarında neo-Nazi militan bulunduğu ve bu sayının sürekli artış içinde olduğu da Federal Suç Dairesi'nin yaptığı açıklamalar arasındadır. Ayrıca, Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Gözlem Merkezi tarafından açıklanan raporlara göre; ırkçı suçların en aşırısı olan öldürme amaçlı olaylar Almanya, Avusturya, Fransa ve İngiltere'de kaydedilmiştir.

    Siyasal duruma bakış

    Irkçı potansiyelin siyasallaştığı ve siyasi arenada sürekli güçlendiği, iddia değil, bir realitedir. 3 Ekim 1999 tarihinde yapılan ulusal parlamento seçimlerinde oyların yüzde 27'sini alan ırkçı Avusturya Özgürlük Partisi [FPÖ]'- nin iktidar ortaklığını elde etmiş olduğuna girişte temas etmiştik. Belçika'da 1978 yılından itibaren seçimlere katılan Flaman Bloku 1985 yılından bu yana sürekli güçlenmiş ve 11 Mayıs 2003 seçimlerinde oylarını yüzde 18'e yükselterek meclisteki koltuk sayısını da 18'e çıkarmıştır. Öte yandan Belçika'nın Valon bölgesindeki ırkçı Ulusal Cephe [FN] partisi de son seçimlerde oylarını artırmıştır.

    Almanya'da ırkçı Almanya Milliyetçi Demokratik Partisi [NPD]'nin kapatılması ihtimaline karşı, Hıristiyan Birlik Partileri CDU ve CSU, bu partinin oyları üzerine konmanın hesapları içindedir. Nitekim, Birlik Partileri (CDU-CSU) 22 Eylül 2002 tarihinde yapılan genel seçimlerde Göçmen Yasası'nı seçim malzemesi olarak kullanmışlardır.

    Yabancı düşmanlığı ve ırkçı söylemleri ile siyasal platformda öne çıkan Fransa'da Milli Cephe, Hollanda'da Merkez Demokratlar, öte yandan aynı ülkedeki aşırı sağcı ve anti-İslamist partinin [LFP] geçtiğimiz yıl yapılan seçimlerde yüzde 17 oy alması ve konuyu uzatmamak açısından temas etmediğimiz daha birçok gelişme, Avrupa'da ırkçılığın siyasallaşma eğilimi içinde olduğunu değil, aksine siyasallaşmış olduğunun açık ve net kanıtıdır.

    Sonuç

    Almanya başta olmak üzere Avrupa'nın hedef tahtasından indirdiği anti-Semitizm yerine konan anti-İslamizm politikalarının merkez söylemini 'İslami fundamentalizm' veya 'İslami köktencilik' söylemi oluşturmaktadır. Batılı medya İslam'ı fütursuzca terör ve şiddet kavramlarıyla birlikte telaffuz etmeye başlamış, olumsuz birkaç görüntüyü sürekli ve geneli teşmil edecek şekilde ekranlara taşımaktadır. Siyasi parti temsilcileri ve hükümet yetkilileri İslam ve terör konulu panellerde boy göstermektedir.

    Fransa'nın Ulusal Cephe (FN) Partisi lideri Jean-Marie Le Pen, partisince her yıl Paris'te düzenlenen Mavi-Beyaz-Kırmızı bayramında yaptığı bir konuşmada; 'İslam, yoksul ve genç bir milyar insanın dinidir', 'Fransa'daki Müslümanlar'ın büyük çoğunluğu, terörist ve barbarca davranışlara başvurmaktadırlar' demektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi, Avrupa'daki bütün ırkçı ve milliyetçi hareketlerin ortak hedefi İslam / Müslümanlar'dır.Bu açıdan, AB üyesi ülkelerde yerleşik konuma geçmiş Avrupa Müslüman toplumunun, gelişmeler karşısındaki tavrı, daha doğrusu tavırsızlığı son derece endişe vericidir. Kendi içinde dahi grup fanatizmini aşamamış, yaşadığı ülke gerçekliğine bir türlü vakıf olamayan veya olması engellenen ve yaşadığı değil de göçmen olarak geldiği ülke meselelerini birinci dereceden sorun olarak görmeye devam eden toplum, ırkçılığın 500 yıl sonra bugünkü evrimini ve dolayısıyla tehlikesini de anlamış gözükmemektedir. Avrupa insanının zihniyetine Ortaçağ'da sinmiş bulunan ayrımcı ve ötekini dışlayıcı düşünce ve eylem tarzının da beslediği ırkçılık, AB ve Balkanlar'ı da içine alan bir zeminde siyasallaşmasını hızla sürdürmektedir. Bu durum başta Avrupa Müslüman toplumu olmak üzere AB ülkelerini, AB'ye üye olmak isteyen ülkeleri ve tüm dünya insanlığını, üzerinde düşünülmesini gerektiren ve tehdit eden bir gelişmedir.


    İnsanın dünyasını dil kurar

  • MEHMET TURAN / ÖGRENCİ
    Dili oluşturan öğeler ve dilin yapısıyla ilgili olan her şekil, insanın ruhu ve bedeniyle bir bütün olarak dünyasını (hayatını) oluşturmasında birinci dereceden etkendir.

    Varlığı (kendini ve kendi dışındakileri) düşünme yoluyla kavrayan insanoğlu, düşünme eylemini de dil ile yapar. Bütün olarak dil, insanın dünyasının sınırlarını belirler. Aynı şekilde insanın da düşüncelerinden bağımsız hareket edemeyeceğini söyleyebiliriz ki halk irfanı bunu 'dervişin fikri neyse zikri de odur' şeklinde rafine bir üslupla ifade etmiştir. Burada dili sadece konuşmak şeklinde değil de her türlü iletişim ve kavramsal çerçeve oluşumu için kullandığımızı belirtmekte fayda görüyoruz.

    İnsan, kavramları kelimelerle, düşüncelerini de cümlelerle ifade eder. Bu bağlamda kelimelerin yanlış kodlanmış olması, yani kelimelerin gönderme yaptıkları kavrama tekabül etmemesi, iletişimsizliği ve bilginin doğrulanması imkanının kalmamasını, cümlelerdeki bozukluğun ise düşünme sisteminin bozulmasını intac edecektir. Kelimeleri doğru yerde ve anlamda kullanmazsak, aynı kelimeye herkes kendi niyetine göre farklı anlamlar verebilir bu da sağlıklı iletişimi ortadan kaldırır. Cümlenin doğru kurgulanması ise düşünmenin doğru kurgulanması demektir. Gramer, olgu ve varlıkların zihinde saklanması ve işlenmesi süreçlerinin kodlanmasıdır. Olguları ve varlıkları doğru anlayabilmek ve açıklayabilmek için gramere ihtiyaç duyarız. Bir kelimeyi lisandan kaldırdığımızda ona bağlı tüm bilgi, birikim, tasavvur, hayal/düşünce evrenini de bozuyor ve yok ediyoruz. Örneğin akıl kelimesinin yerine us kelimesini kullandığımızda 'akıl almamak, akıl etmemek, akıl hocası, akılara durgunluk vermek, akıl sır ermemek' vs. gibi birçok anlamsal birliktelik çağrışım dünyasını kaybedecektir.

    Dil, tüm öğeleriyle bütünlük arzeder. Düşünme işlemini meydana getiren öğelerin; kelimelerin, hecelerin, kavramların, deyimlerin cümle bütünlüğü içerisinde ve doğru anlamalara tekabül edecek şekilde kullanılmaları gerekir. Birtakım seslerin müzik vasfını kazanabilmesi nasıl ölçü ve ritim şartlarını gerekli kılıyorsa doğru düşünce de her şeyden önce cümlelerin ve o cümledeki öğelerin doğru kullanılmasıyla anlam kazanır. Cümlenin yanlış kurulması, kelimelerin yanlış anlamlarda kullanılması doğru anlamın oluşmamasına yol açar bu da doğru düşüncenin yitimi demektir. Nasıl kültür bir bütünse, kimlik ve kişilik bir bütünse dil de bir bütündür, bir parçadaki yanlışlık ya da hasar sadece kendi çerçevesini etkilemekle kalmaz, dildeki her yanlışlık veya bozukluk meselenin arkaplanındaki kültürel, toplumsal tarihsel, düşünsel bir yanlışı da tetikler. Bundan dolayı dilin fonolojik, sentaktik, morfolojik, etimolojik, semantik öğeleri bir bütün olarak değerlendirilmelidir.

    Düşünsel kapasite ve dil arasında bir paralellik vardır. Entelektüel birinin düşüncelerini ifade ettiği dil ile yüksek seviyede kurgulanmış bir dil birçok bakımdan paralellik arzeder. Soyut, metodolojik ve kuramsal bir dili kurgulayabilenler, ancak yeni düşünce ve kavramlar ortaya koyabilirler. Aynı zamanda kavramsal altyapıları olanlar soyut, metodolojik düşünebilirler ve kuram oluşturabilirler. Bu eylemleri birbirinden ayrı mütalaa edemeyiz yani bu iki durum birbirinin hem sebebi hem de sonucudur.




  • 11 Ağustos 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED