|
|
Yeni bir kulüp:
"Basın Kulübü"
Haber Türk'ün "Basın Kulübü" adlı programı iyi bir giriş yaptı, şimdiden kendinden epeyce söz ettirmeyi başardı. Bu programa konuk olan üç konuşmacıyı kısmen ben de dinledim. İlki eski İçişleri Bakanı Saddettin Tantan'dı. Her zaman olduğu gibi Tantan'ın açıklamalarını yine "esrarengiz" buldum; eski bakan her zaman olduğu gibi yine uzun cümlelerle uzun uzun anlatıyor, ama biz işin aslını bir türlü yine öğrenemiyorduk. Bir kez daha, Tantan'ın sözlerinin büyük ölçüde"metaforlar"la örüldüğüne ve bu "söylem"i çözebilmek için bir değil çok "basın kulübü"ne ihtiyaç olduğuna karar verdim! Bu sıkıntıyı "Kulüp"te yeralanlar da yaşıyorlardı; "Ama Sayın Tantan, biraz daha açık konuşamaz mısınız?" yolundaki istekler bu sıkıntının belirtisiydi... Göz attıysanız mutlaka siz de farketmişsinizdir; "Basın Kulübü"nün diğer kulüplerden farklı bir işleyiş tarzı var. Kulüp'te diğerlerine nazaran çok daha "rahat", "esprili", "samimi" bir hava hâkim... Soru soranlar konuklarına "Yapmayın! Şurada kendi aramızdayız, daha samimi olalım!" türünde bir hava aşılamaya çalışıyorlar. Kulüp'ün bu vasıflarını hatırlatıyorum, çünkü bu "er meydanı"na çıkmayı kabul edenler bu "oyun"un kurallarını da peşinen kabul etmiş sayılmalıdır. "Basın Kulübü"nün en uzun izleme fırsatı bulduğum konukları, geçenlerde mahkûmiyetleri kesinleşen ve önümüzdeki günlerde cezaevine girmeleri beklenen "Özel Tim" mensubu iki polisti. Bu programa ilişkin ilk tespitim şu: Bugüne kadar mahkûm olmuş kişilerin, dosyalarının gözden geçirilmesi için programa alındığına hiç şahit olmamıştım. Bugüne kadar bütün mahkûmiyetler "Yargı kararı kutsaldır!" filan denerek medya tarafından da öylece kabul edilir ve mahkûma hiç mi hiç söz hakkı tanınmazdı. Oysa "Basın Kulübü"nün sözünü ettiğim programında bu "tarafsızlık" ilk kez aşıldı vemahkûm olan polisler mahkeme kararına bir anlam veremediklerini defalarca tekrarladılar. Burada ilginç olan, "Basın Kulübü"nde yer alan hiçbir gazetecinin polisleri mahkûm eden karara hiç göz atmamış olmalarıydı. Tahmin edersiniz ki bu hazırlıksız yakalanma tuhaf sahnelere neden oldu. Gazeteci soruyor: "Ama... Siz mahkûm oldunuz!" Polisler cevaplıyor: "Evet ama biz niçin mahkûm olduğumuzu bilmiyoruz ki!" Gazeteci (devamla): "Haaa öyle mi?" Yani sonuç olarak, programı başından sonuna kadar izleyen bir arkadaşımın ifadesiyle, Yargıtay'ın onayıyla "çete oluşturmak" suçundan şu ana kadar hapis cezası alan polisler "Basın Kulübü" maçını 10-0 galip olarak terketmeyi başardılar! İzleyebildiğim üçüncü (bakıyorum da az "basın kulübü" izlememişim!) "Basın Kulübü"nün konuğu Deniz Baykal'dı. Takdir edersiniz ki, "Basın Kulübü"nün seçtiği tarz CHP Genel Başkanı'na pek sökmedi! Baykal'ın hatipliğini tanımayan mı var? Ve sonuç olması gereken gibi oldu: Baykal'ı susturmak mümkün olmadığından, karşı cenah ancak bir iki atış yapabildi; ve de üstüne üstlük, Baykal, hızını alamayıp, kendisini sorgulamak için stüdyoda bulunanlar arasından gözüne kestirdiklerini (özellikle özelleştirme konusunda) soru yağmuruna bile tuttu... Ben programın karşısına geçtiğimde, CHP Genel Başkanı "plebisiter demokrasi"den söz ediyordu. Tahmin etmişsinizdir; Tayyip Erdoğan'ın alkollü içkilerin kullanılmasına ilişkin olarak sarfettiği "referandum" meselesiyle ilgili olarak. Adına "referandum" denilen kurumun iktidarların elinde sırasında demokrasiden ne derece uzak bir yönetim ortaya çıkarabileceğini açıklıyordu. Baykal'ın sözlerine katılmamak imkansızdı. Arkasına tek demokratik ilke olarak seçmen çoğunluğunu alan "referandum"ların, gerçekten de, ortaya ne tür otoriter rejimler çıkardığını ve çıkarabileceğini bilmiyor muyuz? Baykal galiba telaffuz etmedi ama, bu mevzunun klasik örneklerini "III. Napolyon"un verdiğini hatırlamıyor muyuz? Hatta bırakalım 19. yüzyılda kalmış bu yönetimi, "referandum"u esas alan bir "demokrasi"nin gerçek anlamda demokratik sıfatını bugün hiç mi hiç haketmediğini bilmiyor muyuz? Bakalım "Basın Kulübü"nün bu haftaki konuğu kim olacak? Belki yeri değil ama söz Tayyip Erdoğan'dan açılmışken, AK Parti Genel Başkanı'nın basını son iki gündür meşgul eden bir diğer açıklamasına da değinelim: Erdoğan, Türk milletinin nüfus problemiyle ilgili olarak açıklama yaparken "doğum kontrolü"nden mi söz etti yoksa "nüfus planlaması"ndan mı? Erdoğan'ın dün gazetelerde yer alan açıklaması şöyle: "Ben doğum kontrolü ifadesini kullanmadım. Nüfus planlaması başka şeydir, doğum kontrolü başka şeydir. Bunlar ayrı ayrı kavramlar ve bu ülkede 'çoğalmayın, azalın' demeyi ihanet-i vataniye ile eşanlamlı görüyorum. Çünkü Türk milletinin azalmasını tavsiye edenleri, ben kalkıp hiçbir zaman alkışlayamam. Şu anda Avrupa'da birçok ülke doğumu teşvik ediyor ve üste para veriyor." Erdoğan'ın bu açıklaması yerinde bir açıklama. Gerçekten de, "nüfus planlaması" ifadesi, işin içine devletin nüfusa müdahelesini öngördüğü veya hiç değilse çağrıştırdığı için artık makbul bir ifade olarak görülmüyor ve kullanılmıyor. "Doğum kontrolü" ifadesi tabii ki farklı bir şey.... En azından, "devlet"i filan aradan çıkarıp, çocuk sayısının tesbiti hakkında eşlerin iradesini esas alıyor. Ancak ben, Erdoğan'ın, açıklamasının ikinci bölümünde, "doğum kontrolü"nden "nüfus planlaması" anlayışına hızlı bir geçiş yaptığı fikrindeyim. Tamam, kimsenin (bu kimse "devlet" de olabilir) kimseye "çoğalmayın, azalın" demesi "ihaneti vataniye" olmasa da kabul edilir bir tavır değildir. Fakat işin diğer yönüne de bakalım: "Türk milleti durmayın, çoğalın!" demek de müdahaleci bir "planlama" değil midir? Hem dikkat ediyorsanız, şöyle ya da böyle bir "planlama" peşinde koşanların hiçbiri bu "çoğalma"yı sağlayacak olan kadınlardan hiç söz etmiyorlar! Daha çok ya da daha az doğurması istenen kadınların fikrini soran yok! Hadi gelin yazıyı, "doğurmak"la ilgili olarak bir zamanların ünlü feminist sloganıyla bitirelim: "Eğer istersem, ne zaman istersem!" Kocalar kızacak ama söyleyin, sloganın hiç mi doğru yönü yok?
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |