|
|
Kriz'in yıldönümünde Türkiye'ye kuşbakışı...
Bundan tam bir yıl önce bugün, Türkiye, tarihinin en ağır 'ekonomik krizi'ne sürüklendi. MGK toplantısında, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında patlak veren ihtilaf ve hiçbir zaman yalanlanmayan 'rivayetler'e göre, Cumhurbaşkanı'nın Başbakan'a anayasa kitapçığını fırlatmasıyla 'tetiklenen' kriz sonucunda, Türkiye, yüzde 8 dolayında küçüldü. Türk parası, lira, pul oldu. Binlerce işyeri kapandı. Yaklaşık 500 bin kişi işini kaybetti. Ülke, 'özgüveni'ni ve geleceğe yönelik umutlarını yitirdi. 'Kriz'in bedelini, bunda sorumluluğu olmayan tüm ülke halkı, yoksullaşarak ödedi. Fakat, 'kriz'in 'siyasi maliyeti'ni ödemesi gereken hükümet, 28 Şubat'la ivme kazanmış olan 'sistem çarpıklığı' sayesinde hiçbir bedel ödemedi. O gün bugündür, kim yaparsa yapsın, her kamuoyu yoklaması koalisyonu oluşturan partilerden hiçbirinin, şimdi seçim olsa, yüzde 10'luk seçim barajını geçemeyeceğini ortaya koyuyor. Ara ara, üçünün toplamının baraja takıldığı bile oldu. Hükümet, 'kriz'den sonra hem –görünürde– değişmedi; hem de çok değişti. 'Kriz'le birlikte, 'ekonomik kurtarıcı' olarak Washington'daki finans merkezleriyle sağlam ilişkileri bulunan ve bu ilişkileri sürdürebilecek 'güven'e sahip Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, hükümete 'dördüncü ortak' olarak katıldı. Ekonomi, Kemal Derviş'in ellerine teslim edildi ve Kemal Derviş'le takazaya giren –çoğunlukla MHP'li– bakanlar koltuklarını kaybettiler. Bu arada, TBMM'deki parmak hesapları neticesinde haklarında soruşturma açılmasa da, iki bakan 'yolsuzluk' iddialarının rüzgarına dayanamayarak koltuklarını boşalttılar. Bir yıl içinde, hükümetin yapısı da değişti. Türkiye'nin ekonomisi, 'kriz'in ardından 'uzaktan kumandalı' biçimde IMF'nin ve IMF'nin 'uzaktan kumandası' altındaki Amerikan Hazine'sinin kontrolüne girdi. Siyaseti ise, bu sürece 'bağımlı' hale geldi. Hükümet, ömrünü ancak 'IMF onay belgeli' ve Kemal Derviş'in 'nezaret' ettiği 'ekonomik program'ın uygulamasını sağlamakla güvence altına alır hale geldi. Buna rağmen, 'kötü yönetim'in ülkeyi 'ekonomik kriz'den çıkartması mümkün gözükmez iken, 'imdat'a 11 Eylül yetişti. 11 Eylül, küresel düzlemde 'jeopolitik ve jeostratejik kartlar'ın yeniden karılmasını beraberinde getirdi. Neticede, Türkiye'nin 'ekonomik kriz ikiz'i Arjantin battı; Türkiye'nin ise 'iflası'na Washington tarafından 'izin verilmeyeceği' olgusu öne çıktı. Peki, bunun 'siyasi faturası' olmayacak mıydı? Olacaktı ve oluyor. Hükümetin 'devam şansı', 11 Eylül'den sonra 'öfkeli ve cezalandırıcı enerjisi'ni Irak üzerinde toplayan Amerikan Yönetimi ile 'uyumlu' davranmasına bağlandı. Hükümetin tüm isteksizliğine ve görüntüde aksine sinyallere rağmen, 'Türk karar vericisi', Irak konusunda Amerika ile, ister istemez, bir 'uyum arayışı'na sürüklendi. Türkiye, bu sayede IMF'den, IMF tarihinde görülmemiş büyüklükte, 16 milyar dolarlık bir 'dış kaynak' (yani borç) sağlayabildi. Toplam 31.5 milyar dolarlık bu muazzam borcun 'tahsil'i, ekonominin Washington tarafından daha sıkı denetlenmesini de zorunlu kılacak. Ekonominin daha sıkı denetlenmesi, Ankara'nın Washington'un 'siyasi rotası'nda 'uyumlu' yol almasını da zorunlu hale getirecek. 19 Şubat'ın yani Türkiye'nin 'Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi'nin yıldönümünde, ortada bir dizi 'paradoks' var. Bunlardan biri, 'ekonomik ve mali bağımlılık'ın, Türkiye ekonomisini 'rasyonelleştirme'ye doğru götürmesi. Türkiye, kendi eliyle beceremediğini, 'dışarıdan' zorlama ile yaparak, ekonomisini toparlamak mecburiyetinde. Bu yolda adımlar da atılıyor. Ekonominin 'yoğun bakım'dan çıkması ve 'nekahat dönemi'ne girmesi; sonuçta 'sağlığına kavuşarak taburcu olması', doğal olarak, siyasette de yansıyacak ve 'siyasetin yenilenmesi'ne yol açacak. Bu nedenle, seçim günü geldiğinde kimin 'sahnede olacağı'nı ve seçimin muhtemel galiplerinin ve mağluplarının kim olabileceğini şimdiden ve bugüne ait kamuoyu yoklamalarına bakarak kestirmek mümkün değil, gerçekçi de değil. Bir başka 'paradoks', Türk ekonomisinin düzelmesi ve Türkiye'nin doğrulmasının, doğal olarak, AB yolunu kısaltma sonucu vermesi. Nitekim, AB'nin Genişlemeden Sorumlu yetkilisi Günther Verheugen, geçen hafta bunu açık açık söyledi. 'Ekonomik program'ın başarıya ulaştırılmasının, Türkiye'nin 'Kopenhag ekonomik kriterlerini yerine getirmesi' yani 'Türkiye'nin AB üyeliği için' şart olduğunu bildirdi. Bir 'paradoks' da, işte tam bu noktada. Amerika ile AB arasındaki 'makas' giderek açılıyor. Başkan George W. Bush'un 'şer ekseni' konuşmasıyla Amerika'nın gerektiğinde müttefiklerini de çiğneyerek 'tek başına' hareket edebileceğini bildirmesinden ve 'Amerikan dış politikası'nın 'yeni yönü'ne uygun biçimde savunma bütçesine 48 milyar dolarlık ek yapılmasından sonra, 'dünyaya bakış'ta ABD ile AB arasındaki 'farklılık' giderek belirgin ve 'sancılı' hal alıyor. Amerika'nın savunma bütçesine koyduğu ek para, herhangi bir NATO ülkesinin toplam savunma bütçesinden daha fazla. Türkiye, özel olarak Irak ve genel olarak 'şer ekseni' zeminindeki 'ABD-AB ayrışması'nda, 'bakış açısı' olarak AB'ye yakın duruyor. Ama, ekonomisi ve siyaseti, Washington tarafından 'kıstırılmış' durumda. Beri yandan, geçen hafta İstanbul'daki 'AB-İKÖ Ortak Forumu'nda konuşan 'Türk dostu' ve 'koyu İsrail yanlısı' Bernard Lewis gibi Amerikalılar, 'AB'ye boş verin; Amerika ve İsrail ile beraber olun' zihniyetini Türkiye'ye enjekte ediyorlar. Özünde, Amerika'nın küresel plandaki 'küstah ve keyfi' yeni yaklaşımına bir 'aksi cevap' niteliğinde olan 'İstanbul ruhu'nun ortaya çıktığı bir anda, AB'nin Ankara Temsilcisi Karen Fogg'un elektronik postaları çalınıyor; AB'ye karşı bir 'cadı avı' başlatılıyor, Verheugen'in Türkiye'nin AB'ye yakınlaşmasını sağlayacak önerileri topa tutuluyor ve yine tam o günlerde Alevi derneklerinin kapatılmasıyla, 'siyasi özgürlükler'in daraltılması rotasına giriliyor. Türkiye, Batı'nın iki vektörü olan ABD ile AB arasında 'çıkar ve görüş çatışmaları'nın kavşağında kalırsa, hangi yönü seçecektir? Kendisini ABD'ye mecbur hissettiği oranda, Ortadoğu'da İsrail'in 'yedek gücü' ve Amerikan askeri amaçları için bir 'ileri karakol' haline gelmekten başka bir rol sahibi olamaz. Bunun iç politikada yansıması ise, özgürlüklerin daraltılması ve AB yolunun 'mayınlanması'dır. Pek yakında, 'Kıbrıs'a çözüm treni'nin raydan çıkartılması da, kimseyi şaşırtmamalı. Dış politikada, ABD'nin 'keyfiliği'ne karşı koyup, AB ile 'uyum' çabası içine girmenin, iç politikada yansıması ise 'demokratikleşme'de ilerleme ve 'temiz hava'nın artmasıdır. Washington kanallarına gırtlağına kadar borçlu bir ülke ve böylesine zayıf bir yönetim bunu becerebilir mi? Ne kadar becerebilir? 'Ekonomik kriz'in yıldönümünde, cevabı askıda, temel soru budur...
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |