T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J
Bir ilahi ile herkesin inanmasını istiyorum

Onu ilk gördüğümde Galiba, 1987 yılıydı. TRT'nin meşhur Ankara Arı Stüdyosu'ndayız. Biz üniversite korosu olarak konser çekimi için gelmiştik. Birden ortalık hareketlendi, ünlü bir sanatçının geldiği belliydi. Geldi de... Dönemin en ünlü erkek sesiydi gelen. "Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümün kıyısına vurur" rüzgarı estiriyordu. O gün de bu şarkının çekimi için gelmişti stüdyoya. Biz de sanat müziği ile uğraşan talebeler olarak, kendimizi belli ettirmek için fırsat kolluyorduk. Ettirdik de. "Efendim biz üniversite korosu..." diye gevelerken, o da başını eğip, "iyi aferin" der gibi, ama demeden şöyle bir baktı bize, o kadar. Şık ve yeni bir kıyafet, kendinden emin bir duruş ve sürekli karşıya bakan bir yüz hatırlıyorum. Bir ara, söyleyeceği şarkıyı hafif mırıldandı. Çıktı, şarkılarını söyledi ve rüzgar gibi geçti gitti. O günden sonra, kaçımız onun sesinin rengini gökkuşağına ulaştıran o tenor meyanlarını taklit ederek şarkı okuduk hatırlamıyorum. Ama bu hiç de ayıp değildi çünkü, herkes Bekir Sıtkı Sezgin, Alaaddin Yavaşça ekolünün bu usta sesini taklide çalışırdı. Hiç şüphesiz, gerçek bir stardı ve hiç şüphesiz yıllar sonra bu starlığı ruhunun potasında eritip yepyeni bir yıldız olmayı başarmıştı. 15 yıl önce hiç inanmayacağım şey, birgün Ahmet Özhan'la karşılıklı oturup konuşmak değildi. Ama, dinden, tasavvuftan, tarikattan, teslimiyetten, aşktan ve ölümden bahsedeceğimizi tahmin edemezdim. Konuştuk ve iki saatin sonunda ikimiz birden aynı şeyi söyledik: Çok iyi oldu.

Hayatınızın bir yerine geldiniz ve orada herşey bıçak gibi kesildi. Nasıl oldu tasavvufla buluşma?

Bu nokta hep yanlış anlaşılıyor. İlk meşk ettiğim ilahinin senesi 1955'tir ve benim yaşım beş'tir. Ben gözümü açtığım zaman kıbleye müteveccih yayılmış bir seccade vardı bizim evde. Ben bir Türk ailesinin çocuğuyum ve Türk ailesi dediğiniz zaman töresi bellidir, dini bellidir. Ortaokula giderken de namaz kılardım. Onun için benim hayatımda bir kırılma noktası yok insanların algılamasında kırılma olabilir. İnsanlar, sizi bir yerlerde gördüklerinde yakıştırmalar yapıyorlar.

Pekala edebilir...

İstisnalar genel kaideleri değiştirmez. İstediği kadar star olsun o bayramda başı yemenili annesinin elini öpmeye mutlaka gidiyor. Onu inkar etmesi mümkün değil. Ama ne var, insanın bazı dönemlerde gafleti yoğunlaşır, hayata biraz seferi takılır.

Sizin hayata seferi takıldığınız dönemler de oldu ki, birgün sizin hakkınızda "Ahmet Özhan dine döndü" denilmeye başlandı.

Benim hakkımda niçin böyle dediklerini hâlâ kestirememişimdir. Ben ilk kez tasavvuf müziğini rahmetli Egemen Bostancı'nın Şan Müzikholü'nde sahneye koyduğum zaman, o konserde başta klasik müzik, ardından tasavvuf en son da günün sevilen şarkıları vardı. Ülke bu değerlerden o kadar kopmuş ki, bunu tekrar ortaya koyan insanı kendi aynalarında görüyorlar ve kendi yoğun gafletlerini o insanda hissediyorlar. Halbuki ben aynı sahnede, Üçüncü Selim bestesini de okuyordum, "ömrümüzün baharı"nı da okuyordum, "serveri ser bülendimiz"i de. Ama, insanlar sudaki sopanın aksini görüyorlar, sopayı kırık zannediyorlar. Halbuki kırıklık suyun gösterişinde. Benim kültür işi yaptığımı algılamakta zorluk çeken, "nerede eski Ahmet Özhan" diyenler var. Ne olacaktı? 52 yaşına gelmiş Ahmet Özhan'ın "bak yeşil yeşil" diye ortalarda kart zamparalar gibi dolaşması mı güzeldi yani!

Bir stardınız ve seçtiğiniz yeni tarz, siz nasıl izah ederseniz edin eski muhitlerinizde yadırgandı. Size, 'Sana neler oluyor Ahmet?' diye sordular mı?

Oooo... Her an ve el'an. Hâlâ bıkmadılar. Aldığım tarizin, aldığım tenkidin hatta biraz acıtıcı dozda sözlerin haddi hesabı yok. "Bizi Ahmet Özhan'sız bırakmaya sizin hakkınız" diyenler var. Niye bırakayım. Olsa olsa defosu daha az, daha çapaksız daha net bir Ahmet Özhan takdim ediyorum. Birtakım şeylere meze olarak değil tam manasıyla sanatçı olarak sek olarak sahneye sürüyorum. Siz beni illa niçin gazinolarda, televolelerde görmek istiyorsunuz?

Bir kırılma anı olmasa bile başı sonu belli bir değişim yaşadığınızı inkar edemezsiniz. Nasıl bir el sıktınız da böyle değiştiniz?

1974 senesinde, vakfa iftara götürürdüler. Ben o sıra, 24 yaşında aslanlar gibi "bak yeşil yeşil" diyorum. Rahmetli Hacı Muzaffer Özak'ı ilk defa orada gördüm. Karşımda sığınılma duygusu hissedilen, ona sığındığınızda kötülüklerden, yanlışlıklardan uzak kalacaksınız duygusu veren bir kimlik, bir kişilik gördüm. Bana sadece, "Hoşgeldiniz Ahmet Bey" deyip sigara ikram etti, kahve söyledi. O anda ben o kişiyi ne kadar çok sık görürsem o kadar mutlu olacağımı hissettim. İşimi gücümü bitirir, doğru Sahaflar Çarşısı'na koşardım. Vefatına kadar 9 sene böyle geçti, sohbetlerini dinledim.

Siz o sırada kariyerinizin tam zirvesindeydiniz. Rahmetli bunu yadırgamaz mıydı?

Hayır efendim tam tersine desteklerdi. Gazinoya gelir beni dinlerdi. Bunu bir günah olarak görmezdi, söylemezdi böyle bir şey.

Peki bu durum öbür tarafta nasıl algılanıyordu?

Gazinoda söylemenin şartı masalar arasında dolaşarak insanlara yakın olmaktır. Masasına yaklaştığım bazı insanlar, bana saygılarından içki bardaklarını saksının arkasına saklamışlar ve usulca kulağıma eğilip "bize de dua edin" demişlerdir. Bu, Allah indinde benim içki kullanmamamdan daha makbul olabilir.

Demek ki sizden elektriği almışlar...

Benden niye alsınlar, onlar elektrik dolu. Hepsi bir batarya. Onlar da o elektrik olmasa ben istediğim kadar elektrik yüklü olayım. Vız gelir tırıs gider. Onun için, "Harabat ehlini hor göme Şakir. Defineye malik viraneler var" lafı çok belirleyicidir. Hiç kimseyi infaz etmeye, kendi nefsimizi ibra etmeye kat'i surette yaklaşmamamız lazım. Aman ha!

Siz kendinizi ne zaman infaz ettiniz peki? Ne zaman "tamam Ahmet buraya kadar" dediniz?

Aslında, "artık gazino yok" aşamasına geldiğimde artık gazino yoktu zaten. Belki daha sonra da çalışırdım, kimbilir.

Hiç, böyle yapmakla ne kadar çok para kaybettiğinizi düşündünüz mü?

Hiç öyle para meselesini düşünmem. O Cenab-ı Hakk'ın herkese verdiği bir miktar var. Ne ondan fazlasını elde edebilirsin, ne de dünya bir araya gelse senin bir lokma ekmeğini alabilir.

Yaptığınız şey tam olarak nedir? Bir tasavvuf müzikçisi misiniz yoksa bir tarikat müridi mi?

Tasavvuf müziği diye bir şey yoktur, tasavvuf hayatı vardır. O nedir? Tekke hayatıdır. O tekkelerin zikir çeşitleri, koreografileri ve buna göre bir müzik yapılır. Kıyami, devrani ve semai zikir vardır. Bunların hepsinin kendine göre müzikleri vardır. Şimdi bunlar olmadığı için biz bunu sırf müzik olarak yapıyoruz. Yoksa tasavvuf müziği diye bir şey yok bunu biz icad ediyoruz. Zikrullah'a tatbik edildiği zaman tasavvuf müziği işlevini yerine getirir. Oradan alınacak şey bambaşkadır. Ama bugün o zikirler yasak ve kendi gitti müziği kaldı yadigar. Bu yasağı da tartışmak istemem. Zira devlete rağmen bir şey yapılmaz. Ve devlet de bizim düşmanımız değil. Zaman içinde halkla devlet arasındaki fark yok olacaktır çünkü devlet biziz aslında. Devlet büyüklerinin kafalarındaki endişeler izale olsa başörtüsü yasağı da kalkar.

Dışarıdan bakıldığında büyük bir aşk içinde olduğunu hissediliyor. Nedir sizin aşkınız?

Aşk birdir de izahı çoktur. Farklı izahlar hep yanılsamalardır. Aşkın tekliği gibi aşkın izahı da birdir. Ama insan gaflette olduğu için çeşitli evrelerde onu başka başka tarif eder. Agah olsa aynı aşkın aynı izahının içinde olduğunun farkına varır.

Sizin vardığınız tarif nedir?

Vallahi, orasını hiç kurcalama. O insanın mahremidir. Ama tabiî ki mahluktan halık'a giden bir tanımlamadır. Mahlukun sadece aynadaki hayalden ibaret olduğunu anladığında ve her mahlukta Allah'ın vechini gördüğünde o artık başka birşeydir.

Hayatınızı keyifli buluyor musunuz?

Hayır, hayatı keyifli bulamazsınız. Bulduğunuz anda durdunuz demektir. Devamlı şükür içerisindeyim ama devamlı keyifsizim.

Bu da nefse zulmetmek demek değil mi?

Hayır, daha iyiyi arzu ettiğim için. Bir hizmet yaparım bittiğinde ötekini düşünmeye başlarım keyfim kaçar. Dünya keyifsizliği değil, kendini üretmek için. Gönlümde öyle patlamalar var ki... Ama hiçbir zuhurat yok. Herkesin herşeye bir anda inanmasını isterim. Herkesin yüzü ayçiçeği gibi güneşe dönsün. Bir ilahi ile bütün insanlar inanç sahibi olsun istiyorum. Ama, bu bir boyut meselesidir. Önce, o duyuşa gelecekler, orada uzun vakit geçirecekler, sabredecekler, gönülleriyle cenk edecekler. Ondan sonra görüntü buğulu buğulu, kesik kesik ortaya çıkmaya başlar. Sonra onun netleşmesi için de yine kelleyi vereceksin. Ye kelleyi hakikate uzatıp hakikati bulacaksın ya da bu kelle bana lazım deyip oturacaksın. Oradaki tecelliyi göremeyeceksin.

Siz ne sayesinde boyut değiştirdiniz? İman mı, sanatçı duyarlılığı mı?

Ben size boyut değiştirdim demedim. Ama şunu söyleyeyim. İman olmadıktan sonra sanatçı duyarlılığı beş para etmez.

Ölümü düşündünüz mü? Nasıl karşılayacağınızı tasavvur ediyorsunuz?

Ayık kafayla buna cevap verilmez! Bazen bir şey oluyor acaba gidiyor muyuz diye düşünüyorsun. Ama, imanım "nasıl yaşarsan öyle ölürsün" diyor. Nasıl öldüğümüz değil nasıl karşılandığımız önemli. O an geldiğinde, ölüm anın o celalini yaşamayalım diye umud ediyorum Ölüm anının dehşetini ve kabir azabını yaşamayalım diye dua ediyorum. Nasıl bir son nefesin peşindeyiz? Bunu, aklımız başındayken şimdi tesbit etmemiz lazım.


 
İlk assolistim Emel Sayın'dı
Ahmet Özhan kendini anlatıyor: "1950 yılında Urfa'da doğdum. Ceddim, Konya'dan Rumeli'ye, Rumeli'den de tekrar Anadolu'ya muhacir olmuş. Babam emniyet mensubu olduğu için her yeri dolaştık. Bu yüzden hiçbir yere kök salamadım, kalıcı çocukluk arkadaşlarım olamadı. Herkesin dayısı, eniştesi varken benim olmadı. Herkesin dayı dediğine dayı, enişte dediğine enişte dedim. 1967 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarı'na ve Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne girdim. Aynı dönemde sahneye de çıkmaya başladım. Uvertür olarak Bebek Belediye Gazinosu'na ilk kez çıktığımda assolistim Emel Sayın'dı. Sonra, yıllarca Emel'le beraber çalıştık. Şimdi pek görüşmüyoruz, rastlaşırsak belki... Biri erkek, biri kız iki çocuğum var. Ama onlar pop seviyor. Şimdi mesaimi genel yönetmeni olduğum İstanbul Tasavvuf Musikisi Korosu için harcıyorum."

ESKİ DOSTLAR, BUĞULU BİRER HATIRA
"Yeni hayat"ınıza geçerken çok dost kaybettiniz mi?
Gramaj olarak değişme yok. Orada ne kadar kayıp olduysa burada o kadar kazanç oldu. Belki nitelik açısından artış oldu. Ama, eski sanatçı dostların birçoğuyla mekan ve meşguliyetlerimiz ayrıldı, uzak kaldık. Bütün arkadaşlarımı özlüyorum. Onları gördüğümde sarılıyorum hepsine. Hiçbirini gönlümden çıkarmadım, umarım onlar da beni çıkarmamışlardır.
Eski filmlerinizi izlediğinde de aynı hisleri duyuyor musunuz?
Ben nostaljiyi yeni anlamaya başladım. Bu, sadece eskiyi özlemek değil o dönemdeki kendi safiyane hissiyatınızı da karşınınızda görüyorsunuz. Adeta, küçük kardeşinizi izliyorsunuz. Bakıyorum "Allah Allah" diyorum. Bana çok şirin geliyor onlar, içim pır pır ediyor. Ama biraz da, çiğ köfte gibi ağızda acı bir tad bırakmıyor değil. Nostaljide çiğ köfte tadı vardır. Bir melal getiren tarafı var. İnsanın melali hissetmesi gözünün buğulanması güzel. Eski Türkan Şoray'la, bugün TV dizilerindeki Türkan Şoray'ı karşılaştırınca da o hissi duyuyorum. Şimdi artık, senaryolar onun üzerine kurulmuyor. Cüneyt Arkın'da da Müzeyyen Senar'da da, melali onlar adına hissediyorum. Hayat zaten böyledir.
Hayat nasıldır?
İnsanda öyle radikal değişikler olmaz. Herşey tabiî seyrinde ağır ağır akar. Toplumdan ve herşeyden kopuk insan tiplemesi reel değildir.
Dünyevi istikamette belki ama, tasavvufta bu pekala mümkündür...
Herkes için değil. Kişiye mahsus haller onlar. Birisi öyle yapacak ki biz de dışarıda onun ışığıyla, onun duasıyla iş göreceğiz. Herkes halvete kapanırsa iş görecek adam kalmaz. İki cihan serverinin, vahiy aldığı zaman haricinde toplumda kopuk zamanını gösteremezsiniz.
Siz şimdi ne hal üzresiniz?
Sizin kadar ben de hizmet üzreyim. Mesele şu: İnsan esma-ül hüsnanın ceveran ettiği bir muhittir.
Teravihin peşinden gazinoya gider, dönüp vitr'i kılardım
M uzaffer (Özak) Efendi Hazretleri'nin, "Ahmet evladım, sana yakışan bu tasavvuf kokusu almış gönlünle işinde en iyi noktaya gelmektir" sözü bana hep düstur olmuştur. "İcab edeni biz zamanı gelince sana söyleriz" derdi. İşimi daha iyi yapmam için hep teşvik edilmişimdir. O sırada "bunu bunu yapma" dese ne bugünkü Ahmet Özhan olurdum, ne de zamanı gelince daha aklı başında çalışmalar için de o şöhretim bana sermaye olurdu. Biz teravih kılardık vakıfta, tam salat-ı vitr kalırdı. İş vakti de gelmiş... Büyüklerim bana işaret ederdi. "Hadi işine git, ekmeğini kazan" derlerdi. Kalkıp gazinoya giderdim, sonra da döner vitr'i kılardım.
Filistin için bir şey yapamıyoruz...
F ilistin'deki mesele bugün tartıştığımız herşeyden daha önemli. Filistin'deki aynı Allah'a inandığımız aynı kıbleye yöneldiğimiz kardeşlerimiz katlediliyor. Aç, açık, ilaçsız ve perişanlar. Ama biz karnımızı doyurup sırtüstü yatmaktan başka bir şey yapmıyoruz. İslam anlayışında böyle bir kayıtsızlık kabul edilebilir bir şey değildir. Allah'ın ipine dosdoğru sarılan bir kişinin zelil olması mümkün değildir. Herşeyini, feda etmeyi göze alabileceğin bir mefküren yoksa zelil olursun. Biz sadece İslam kimliği iddiasındayız. Cenab-ı Hakk'kın bizi içinde bulunduğumuz gafletten uyandırması ve İslam adına doğru olanı göstermesi için dua ediyorum. Medeniyet bütün insanların malıdır ama Müslüman'ın rüçhan hakkı vardır. Ama bugün bırakın rüçhan hakkını, temel haklarını bile kullanamıyor.
14 Nisan 2002
Pazar
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED