T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
"Peçe"den kaç, "Haç"a sarıl...

Ne zaman, şu "İmam-Hatip nesli"nin serencamı ortaya çıkar, benim gözümün önünden geçmişin acı hatıraları bir sinema şeridi gibi gelip geçer!..

Koca şair Tevfik Fikret'in bir "amentüsü" vardı, biricik oğlu Haluk'una adamıştı. Bir bakıma Halûk, inandıkları ile, yeni bir neslin öncüsü olacaktı. Herkes gibi, Batı'ya açılan pencereden bakıyorlardı..

Bir "Mecelle" komisyonu başkanı, ünlü tarihçi Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliyye... Onun da kızı, 70'li yıllarda Avrupa'da, Fikret'in Haluk'una özenircesine, "Rahîbe" olmuştu. Ve öylece öldü.

Ne acı kader, ne onulmaz keder değil mi?

İki meşhurun çocuklarından başlayan "müstağribe"lik, birini "papaz", ötekini de "rahibe" yapmıştı!..

Sadece bunlar mı? Daha niceleri...

Kim ki kalkıp "kolej"lerde, "sör ve rahibelerin etkisinde" edebiyat ve tarih kültürü almışsa, hepsi önce"mandacı" olmuş, sonra da ülkeyi terkle, "ilerici Avrupa"ya doğru Atlas Okyanusu'nun sahillerinden "yeni dünya"ya doğru kulaç vurmaya başladılar.

Bunlardan biri de, meşhur "Hürriyet şairi" Namık Kemal'in torunu, yani Ali Ekrem Bolayır'ın kızı Selma Ekrem'dir...

Ali Ekrem, İttihatçıların baskısı ile, "Meşrutiyet" ilan edilince, Eylül 1908'de "Cezayir-i Bahr-i Sefîd" vilayeti valiliğine atandı. Yani, "Ege Adaları" vilayet merkezi Rodos'a tayin edilir.

Eşini, kızlarını ve hizmetçilerini de alıp götürür...

Hayat orada, bütün cevvaliyeti ile devam eder, amma Rumlar boş durmaz. Yer yer isyanlar baş gösterir... Dinî ve millî duygular öne çıkar.

Selma Ekrem, hatıralarında hizmetçileri Elenî'yi şöyle tanımlar:

"Eleni dindar bir Ortadoks'tu. Her pazar kiliseye gider ve düzeyli olarak perhiz yapardı. İstanbul'da doğma büyüme bir Rum'du amma o kadar uzun zamandır Türk evlerinde yaşıyordu ki bir Türk gibi konuşurdu."

"Annem ne zaman hizmetçilere kızsa ve onları azarlasa, Eleni bize gelip fısıldardı:

"-Siyaset gene kötü, rüzgar kuzeyden esiyor." Bunu evdeki sorunlarla ilgili uzun bir konuşma izler ve sonunda kalkıp, "Gözünüzü seveyim, gençliğiniz başı için annenize söylemeyin" deyip giderdi. (Peçeye İsyan, sh: 150).

İşte bu "küçük Selma"nın 1930'lu yıllarda ABD'de basılmış hatıratı, 1988'de Türkçe'ye çevrilmiş... Onu, geçen gün "İstiklal Caddesi"ndeki bir kitapçıdan almıştım...

İşte orada, Namık Kemal'in torunu, Ali Ekrem'in kızı, anasının "çarşaf"ına vaki hakaretleri, babasının başındaki "kırmızı fes"e olan düşmanlıkları, özümseyip, kendi ülkesindeki "millî ve dinî değerlere" tamamen uzak tutan bir hayat çizgisinden doğruca kayıp gitmiştir.

Çünkü, ailesi onu bir Amerikan Koleji'ne vermişti. Ondan sonra başladı, aile hayatından, kendi "dinî kimliğinden" soyutlanıp, her örfî ve ailevî görüntüye düşmanlık, kin ve nefret!..

Niye olmasın ki?.. Ana da, baba da "Türk müziği"ni sevmiyorlardı:

"Babam, Paris'ten sipariş ettiği piyanola (yüzünden) oda müzikle dolmuştu. Babam mutluluk saçıyordu. Annemin zarif mahzun yüzünde bile bir sevinç ışığı vardı."

"Annem de babam da müziği çok seviyordu. Hiç hoşlanmadıkları Türk müziğinin inleyen monotonluğunu değil, Avrupa müziğini..." (sh: 159).

Sadece bu kadar mı? Zavallı genç kız, ailesinin ona tuttuğu Fransızca ve Türkçe öğretmenlerine bir şey demez, amma, "Kur'an dersleri" için tutulan "hoca" için;

"Onu ne zaman görsem korku ve nefretten ürperiyordum. Kur'an derslerini sevmiyor, bu gizemli sözcükleri çözmek istemiyordum. Din hakkında hiçbir şey öğrenmek istemiyordum. Saygı değer hocam, Kur'an'ı kapattı ve biraz daha büyüdüğümde bana nasıl dua etmeyi öğreteceğini söyledi, ama bu hiç hoşuma gitmedi. Dualar mırıldanmak ve Küçük Teyze gibi, günde beş kez ibadet etmek istemiyordum." (sh: 168)

Ve giderek, küçük Selma, ablalarının giydiği çarşaf, büyüklerinin inandığı Kur'an'a karşı bir tepki ile büyüyor, amma bir gün geldi, babasının vali olduğu, amma savunmasız bir halde kalan Rodos'un kıyılarında Yunan bayrağı ile dalgalanan harp gemilerinin toplarını veli konağına doğru yöneltince, bir acı feryad, bir nedamet hissi ile, Ortodoks mezhebinden dolayı huzur duyan Rum hizmetçilerinin duaları ve kurtuluş emareleri gösterdiği anda, o da, acı ve yakıcı feryadını, ilan eder:

"-Dadıcığım, artık uyan, denizde bir gemi gördük" dedim."

"-Dadı, savaş gemileri bizi topa mı tutacak?" diye sordu kız kardeşim Beraet!"

"-Allah bilir yavrum" dedi. "Hepimiz ona sığındık. Merhametin ışığını göstersin bize!" dedi."

"O zaman Kur'an derslerini keşke ihmal etmeseydim, diye düşündüm. Şimdi hocamın yaptığı gibi dua edebilseydim, Yunanlılar'dan kurtulabilirdik. Amma Arapça sözcükler dudaklarıma gelmeye karşı koyuyorlardı. Yalnızca şu Türkçe sözleri mırıldanmayı başarabildim:

"-Allahım bizi koru, Yunanlılar gelmesin..." (206)

Amma Yunanlılar geldi, Müslüman kadınların çarşafları gibi, Arnavut Hüsmen'in de fesi yerle bir edilip, perişan bir halde, esaretten çıkıp İstanbul'a vardılar, Pire üzerinden...

Amma kız İmam-Hatipliler'in örtü ve dinî giysi mücadelesi verdiği Türkiye'den uzakta yaşayan, Selma Ekrem, öldüğünde ABD'de cesedini yakarlar ve küllerini Atlas Okyanusu'na atarlar!.. Sonra bizde kızları da coplarlar!..


3 Mart 2002
Pazar
 
SADIK ALBAYRAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED