|
|
Hukuk ve risk ya da hukukun siyasallaşması
Geleceği düşünmek ve geleceği ile ilgili kararlar almak yalnızca insana özgü bir olgudur. Ama insan, geleceğine ilişkin bir karar alırken kendini güven içinde hissetmek ister. Alacağı kararlarla ilgili olarak üstlenebileceği riskin sınırlarını bilmek ister ve bu sınırlar muvacehesinde bir yükün ve sorumluluğun altına girmeyi göze alır veya almaz. Söz konusu riskin içinde, beklenmedik vukuat da bir ihtimal olarak yerini alır. Ve neticede bütün bunların toplam adına risk denir. Bundan ötesi, yani hesaplanamayan veya hesaba katılamayan faktörlerin devreye girmesi, ancak doğal afetler kategorisi içinde değerlendirilir ve bunun da zaten hesaba katılması (veya katılmaması) farklı bir hesabın konusu olur. Bir hukuk düzeninde, insanlar gerek kendi aldıkları kararlar hususunda, gerekse kendileri hakkında alınmış kararlar hususunda, nasıl davranacaklarını, istemedikleri veya beklemedikleri bir faktörün araya girmesiyle ne yapacaklarını, nereye müracaat edeceklerini bilmek isterler. Bunların bilinmediği bir hukuk düzeninde insanlar eylemsizlik içine düşüp kalabilir: çünkü artık üstlenebileceklerini düşündükleri riskin sınırları belirsizleşmiş olur. Aslında böyle bir düzenin hukukîlikle bir ilgisinin bulunup bulunmadığı bir soru konusu haline gelir. İnsanlar, yaptıkları işin sonunda başlarına ne geleceğini bilemiyorsa, başlarına gelenler hakkında müracaat edebilecekleri kapıların daha baştan kapalı olduğunu, kapatılmış olduğunu biliyorlarsa, orada, insanların hür ve müstakil iradeleriyle hareket etme serbestisi ellerinden alınmış demektir. Bir zamanlar, idare hukukunda "idarî tasarruf" adı verilen idarî işlemler yurttaşları için hukuk kapısının onların yüzüne kapatılmış olması anlamına geliyordu. İdare, yurttaşları hakkında kararlar alabilir ve bu kararları "görülen lüzum üzerine" aldığını beyan ederse, bu kararlar hakkında yargı mercilerine müracaat etme imkânı kalmazdı. Müracaat edilse bile kararların idarenin gördüğü lüzum üzerine alındığı beyan edilirse, dava yurttaş aleyhine sonuçlanırdı. Aslında durumun yurttaşın yargıya müracaatının önünün kesilmesinden başka bir anlamı yoktu. 27 Mayıs darbesinin DP hükümeti hakkında ileri sürdüğü bunca abuk sabuk karalayıcı ithamların arasında hukuken elle tutulabilir tek gerekçesinin "görülen lüzum üzerine" yapılan idarî tasarrufları sorgulaması olmuştur diyebiliriz. Nitekim 61 Anayasası'nın idarenin yaptığı işlemlerinin gerekçelendirilmesini öngörmesi de, hukuk alanındaki olumlu teşebbüslerden biri olarak anılabilir. "Görülen lüzum" defi, idarenin aslında keyfî kararlar almasının yolunu açmakta ve bu yolu açık tutmaktadır. Oysa yurttaşlar, haklarında alınan kararları yargı mercilerinin önüne götürebilmeli ve kendi haklarında karar almış olan idareyi yargı önünde sorgulayabilmelidir. Bu durum, hukuk düzeninin, hukukî yapının asgari şartını oluşturur. Yurttaşın ister sivil bürokrat olsun, ister asker bürokrat olsun, idarenin kendi hakkında aldığı bir karar hakkında yargıya müracaat hakkından mahrum bırakıldığı bir yerde, hukukî bir düzenin değil, fakat keyfî bir uygulamanın bulunduğunu tespit etmek gerekecektir. Hukuk, her türlü siyasal/toplumsal düzencenin(rejim) önüne alınmalıdır. Hukukun bulunmadığı bir toplumsal/siyasal düzende, rejimin adı ne konulmuş olursa olsun, orada despotluğun ve keyfîliğin örgütlenmiş olduğunu belirlemek gerekir. Bu da hukukun siyasallaşmış olmasıyla eşanlam taşır.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |