|
|
Siyasetin hastalığı
Seçimler yaklaştıkça, tartışmalar hızlandıkça sorunlar bir batıyor bir çıkıyor. Ya tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor kâh dar siyaset oyununun piyasa sürdüğü sanal oyun asli gerçek halini alarak, dipteki sorunları maskeliyor. Ama dipteki meseleleri özellikle bu dönemde gözden kaçırmamak gerekir, zira onlar bugün siyasetin yaşadığı bunalımı da tarif ediyorlar. Nedir bu meseleler? Ülkede yaşanan temel sorunlar çıplak gözle görünen güncel, siyasi anlamlarının yanında, onlar kadar önemli diğer bir “durum”a, “ülkedeki tüm çatışma odaklarını kuşatan” köklü bir “sorun”a işaret ediyor. Bu, ekonomik adımlardan yolsuzluk operasyonlarına değin kararların nasıl alındığına, bu kararları alanların “meşruiyet, yetki ve sorumluluk” açısından hangi çerçeveye tâbi olduklarına ilişkin bir sorundur. Nitekim bugün ülkedeki blokajlar, çatışmalar bu noktada yaşanıyor. Daha da öte, doğal iletişim yollarını tıkayan mevcut “yetki-sorumluluk-meşruiyet karmaşası”, gitgide azıyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu durumun ifade ettiği çelişki dünden farklı değil: Siyasetin, her türlü tartışma, etkileşim ve talebin devre dışı bırakıldığı bir alana, devlet alanına hapsedilmesi... Buna karşılık aynı siyasetin bu durumdan sorumlu kılınarak büyük bir prestij kaybına uğraması... Bu bir kıskaçtır ve bu kıskacın oluşmasında kuşkusuz siyasi mekanizmanın ve siyasetçinin de rolü vardır. Hırsızlıktan, yolsuzluktan sorumlu olan siyasetçilerin bir kısmı bunun bedelini ödüyor. Ama bu takibatlar tek başlarına anlam taşımıyor. Zira bir yandan siyaset mekanizması tahrip olmayı sürdürüyor, diğer yandan bu tahribat sistemin merkeziyetçi özelliklerini pekiştirdikçe, siyaseti yenileyecek en önemli pahzehir olan “toplum” iyice devre dışı kalıyor. Ve siyaset meşruluğunu toplumdan değil, devletten almayı sürdürüyor. Bu koşullarda, “fikir ve çıkar” çelişkisi de pek kolay aşılamıyor. Çıkarın, fikri araç haline getirilmesinin önünde durulamıyor. Güç merkezlerinin fikir ittifaklarından değil, çıkar ittifaklarından oluşması kaçınılmaz oluyor. Bu, merkezçi ve atarekil geleneklerle büyümüş ve yönetilmiş biz Türkler'in yapısal bir sorunudur. Mesele, devletin “toplum tasavvuru”yla, toplumda yarattığı beklentiyle ve siyasete hareket kabiliyeti son derece sınırlı, değiştirme gücü yok denecek kadar dar bir alan bırakmasıyla yakından ilgilidir. Daha doğrusu gücün değiştiren değil; kollayan, devlette yığılı nemaları nimet halinde dağıtan tasavvuruyla ilgilidir. Siyaset mekanizmasının ve siyasetçinin “cemaat anlayışı”ndan “toplum anlayışı”na geçememiş olması da bu yüzdendir. Nitekim bu ülkede “siyasetçinin toplum tasavvuru yok”tur. Yani, siyasetçi, tüm toplulukları farklılıklarıyla ele alan, onların ortak paydasından, etkileşiminden hareketle oluşturuduğu bir toplum tasavvur etmez. Bunu, yeknesak ve muğlak bir bütünü ifade eden, aslında savunduğu cemaatin bizzat kendisi olan millet kavramıyla ya da farklı olanı yok sayan milli irade kavramıyla ikame eder, siyaset ve siyasetçi... Sistemin özü ve yapısıyla hiçbir şekilde ilgili olmayan; tersine onu olduğu gibi koruyup kendisine yontmaya çalışan kalkınmacı, devletçi, popülist siyasi söylemlerin, devlet içi rant kavgasına endekslenen siyasi mücadelelerin kökü de burada yatar. Hal böyleyken siyasetin içi boşalttığı sağ ve sol kavramlarına söz düzeyinde sahip çıkarken, aslında onlardan biraz daha uzaklaşmasını yaşıyoruz. Kemal Derviş'i neredeyse tüm toplumsal meseler yerine koyup, tüm ideolojik ayrımların gidericisi sanıp yorumlar yapıyoruz… Bu seçimlerde siyasi partiler için başarının yolu bellidir oysa: Kaybedilen toplumu arayanlar başarıya koşacak, diğerleri yok olmaya itilecektir.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |