|
|
Millet "sentezler"e niçin iltifat etmiyor
Hatırlayanlarınız çıkacaktır; geçen yazıda Fransa'nın eski cumhurbaşkanlarından Mitterrand'ın "ekonomi" meselesine son derece kayıtsız olmasına rağmen rakibi olan meslekten ekonomist "liberal" Giscard'ı rahatlıkla altederek iktidarda 2x7 yıl nasıl kaldığından söz ediyorduk. Mitterrand'ın bu işi nasıl başardığını da özetle şöyle açıklamıştım: "Ekonomi"den anlamasa da, "siyaset"i pek güzel bildiği ve uyguladığı için... Biliyorsunuz, "ekonomi" 20 yıl önce zaten sadece Türkiye'de değil, Batı Avrupa'da da milletin önünde haddini bilerek susması gereken bir bilgi ve beceri alanı değildi. Dolayısıyla bu alan medya karşısına sorguya çıkan siyasetçileri de henüz terörize etmiyordu. Mitterrand örneğinde olduğu gibi, ülkenin "sosyal çoğunluk"unu aynı zamanda "siyasal çoğunluk" yapabilmek için havada sürekli rakamlar, istatistikler, kur hesapları vs. uçuşmuyordu. Yani daha açıkcası, "siyaset" henüz "ekonomi"nin hizmetçisi haline dönüşmemişti! "Sosyal çoğunluğun siyasal çoğunlukla özdeşleşmesi." Mitterrand'ın 81'de başkanlık koltuğuna oturur oturmaz sarfettiği bu sözler bana çok açıklayıcı geliyor. Bu formül gerçekten iyi bir formül; her biri teorik olarak "çoğunluk"u arkasına takmayı hedefleyen siyasal partileri testten geçirmek için de kullanışlı bir formül. Şimdi de isterseniz, Prof. Mustafa Erdoğan'ın 6 Ağustos tarihli Radikal'de yayımlanan "'Sosyal-liberal' sentez" başlıklı yazısını merkeze alarak, sözünü ettiğimiz "özdeşleşme" açısından siyasi partilerimizi gözden geçirelim: Prof. Erdoğan, söz konusu önemli yazısında önce Kemal Derviş'in artık sık telâffuz eder olduğu "sosyal-liberal sentez" formülünün arkasındaki "sosyal liberalizm" kavramı hakkında bilgi veriyor. Bu terimin 19. yüzyılın ikinci yarısından bir düşünüre, T.H. Green'e kadar giden eski bir tarihi var. Terim özetle, Marksist-sosyalist hareketin liberalizme yönelttiği eleştiriler karşısında liberalizmi yeniden formüle etmeyi amaçlıyor. Yani, liberalizmin "negatif özgürlük" anlayışının sosyalist hareketin "pozitif özgürlük" teziyle yeniden gözden geçirilip, "'sosyal' yönü ağır basan yeni bir 'liberalizm' yorumuna" ulaşmak... Erdoğan, "sosyal liberalizm"in Anglo-Amerikan dünyada nasıl karşılandığı, nasıl yorumlandığı hakkında -burada özetlememiz bile imkansız- epeyce bilgi verdikten sonra sözü Türkiye'ye getiriyor. Bu değerli anayasa hukukçumuzun bu çerçevedeki tespitleri, ülkedeki "siyasi analistler"in neredeyse hergün baştan sona yenilenen yorumlarıyla kafası karışan seçmen açısından çok açıklayıcı... Erdoğan'ın yazısının ikinci bölümünde geliştirdiği tez şöyle: "Mamafih, bütün bunlar ('sosyal liberalizm' hakkında yazarın verdiği bilgiler) Derviş projesinin Türkiye'de tutulma şansı hakkında pek birşey söylemiyor. Çünkü Türkiye'de siyasetin yapısını ve siyasal bölünmeleri belirleyen etkenler bu tür 'modern' projelerle ilgili olmaktan çok 'Türk modernleşmesi'nin özgün yapısıyla ilgili. Batı'da olduğundan farklı olarak, Türk siyasetindeki temel gerilim ve ana bölünmeler, esas itibariyle, 'kamu siyaseti' konusundaki anlayış farklılıklarından doğmuyor. Türkiye'de ana mesele iki asırlık modernleşme maceramızın niteliğidir. Bizde siyasetin yapısını belirleyen, çeşitli kesimlerin modernleşme projesi karşısında aldıkları veya almaya zorlandıkları tutumlardır." Evet, bana göre de Türkiye'deki siyaset bu çerçevede okunmalı ve hatta seçim sonucu tahminleri de bu çerçeveden kalkarak yapılmalıdır. Erdoğan'ın da söylediği gibi, Türkiye'deki seçmenlerin bir bölümünün ülke siyasetinin bu asıl "belirleyicisi" dışında kalan faktörlerden ya da projelerden etkilendiği tabii ki doğrudur. Ama "Türkiye politikasında hâkim olan ana belirleyici" Erdoğan'ın açıkladığı "bölünme çizgisi"dir. Eğer bir siyasal oluşum son biçimiyle seçmenin karşısına belli bir "hayat tarzı" olarak bu "bölünme"yi "dert etmeden" çıkıyorsa, kafasındaki "sentez"i nasıl yaparsa yapsın sesinin toplumda yankı bulması mümkün değildir. Erdoğan'ın bir taraftan Türkiye'deki siyasetin yapısını belirleyen etkenlerin "modern" projelerle ilgisinin olmadığına, diğer taraftan ise bu eksikliğin nedeni olarak "Türk modernleşmesinin özgün yapısı"na işaret etmesi de çok şeyi açıklıyor. Demek ki, bütün "medeni ülkeler"de olduğu gibi Türkiye'deki siyasetin yapısının da "kamu siyaseti" ya da "sosyal" projelerle, yani "modern" bir tarzda belirlenememesinin nedeni "Türk modernleşmesi"nin bu "özgün yapısı"dır! İlginç değil mi? İlk bakışta "paradoksal" gibi görünse de doğru değil mi? Erdoğan, son olarak Derviş'in önüne bir soru listesi uzatıyor: "Derviş mesela, resmi laiklik politikası hakkında ne düşündüğünü, '28 Şubat'ı nasıl gördüğünü, siyasi partilerin kapatılması meselesine nasıl baktığını ve bugün AKP'yi demokratik siyasetin meşru aktörü saymak istemeyen devlet seçkinleriyle mutabık olup olmadığını vb. açıklamak zorundadır." Şimdi tekrar "sosyal çoğunluğun siyasal çoğunlukla özdeşleşmesi" meselesine dönecek olursak: Erdoğan'ın tespitlerini de hatırlayarak, bu ülkedeki "sosyal çoğunluk"un derdini, isteğini, umudunu artık hiç değilse aşağı yukarı biliyoruz. Bundan sonraki mesele artık bu "sosyal çoğunluk"un kendisini nasıl bir siyasal oluşumla "siyasal çoğunluk" kalacağından ibarettir. Bu çerçevede öne sürülebilecek meşru bir görüş de, ülkedeki "sosyal çoğunluk"un sosyal olarak ne kadar zor koşullar içinde bulunursa bulunsun, "siyaset"i hâlâ bir "onur" mücadelesi olarak gördüğüdür ki bunda da yerden göğe kadar haklıdır... Değişik "sentezler"e kulak vermemesi de bundandır. "Modern" olmadığından değil...
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |