Türkiye'nin birikimi... | ||
|
Bu aymazlıkla,nereye?Bazı önemli gelişmelerin ilk meydana geldiklerinde fark edilemedikleri olur. İstanbul'daki, üç kişinin ölümüne yol açan Şişli emniyet müdürlüğüne 'intihar saldırısı' bu tür gelişmelerden biri olma istidadında; bu sebeple üzerinde dikkatle durmakta yarar var. İnsan, bazen müthiş acımasız olabiliyor; kafasını bir konuya takıp ailesinin bütün fertlerini öldürebilen tiplere rastlanabiliyor. Her öldürenin 'aklından zoru' olması da gerekmiyor; herhangi bir konuda (bu daha çok kendini ideolojik saplantı biçiminde belli ediyor) 'kesin inançlı' olmak da insanı 'ölüm makinası' hüviyetine büründürebiliyor. İnsan şiddete başvurabilen bir varlık, buna hiç kuşku yok... İntihar olaylarından da biliyoruz, aklî dengesini kaybeden insanlar, 'tutunacak' güçleri de kalmazsa, kendi hayatlarına kendi elleriyle son verebiliyorlar. Şu sıralarda güneydoğudaki bazı illerde yaşandığı gibi, intihar olaylarının yaygınlaştığı dönemlerle de karşılaşılabiliyor. Ancak, insanın kendisini bir tür canlı silâha çevirmesi, belli hedefleri ortadan kaldırmak için kendini feda etmesi, -savaş hali dışında- pek rastlanmayan bir durum. 'İntihar saldırısı' denilebilecek eylemler, tarihte de bugün de, çok istisnaî olarak görülüyor. Bağlılarını 'canlı silâh' olarak kullanan Hasan Sabbah'tan biliyoruz; genellikle bunu yapacak kişinin, eylem öncesinde, zihninin katkı maddeleriyle bulandırılması gerekiyor... (Hasan Sabbah bunu 'haşşaş' ile sağlıyordu, bu sebeple örgütüne 'Haşşaşin' adı verildi; Batı dillerinde 'suikastçı' anlamı taşıyan 'assassin' sözcüğünün kökü, Alamut Kalesi'nin zihinleri haşşaşla uyutulmuş fedâilerine dayanıyor). Zihni bulanık olmayan birini 'canlı silâh' olarak kullanmak neredeyse imkânsız. Şişli emniyet müdürlüğünü basıp kendisiyle birlikte tesadüfi hedeflerin ölümüne yol açan eylemi gerçekleştiren genç, polisin verdiği bilgiye göre, şu sıralarda cezaevleri eylemlerini sürdüren örgütün dışarıdaki bir üyesi. Üniversite öğrencisi olduğu anlaşılıyor. Kendini 'feda ettiği' sırada bir etki altında mıydı, bilmiyoruz. Ancak, eylemi, örgütünün genel eylem çizgisiyle örtüşüyor... Örtüşme noktası, cezaevlerindeki 'ölüm orucu' eyleminin de belli bir amaç için 'kendini feda' anlamı taşımasıdır. Emniyet müdürlüğünü kana bulayan eylemci de, tıpkı cezaevlerinde ölmeye yatan örgüt üyeleri gibi, kendi ölümünün bir 'sonuç' değil bir tür 'başlangıç' olduğu inancıyla hareket ediyor olmalı. Ölümü yücelten bu düşünce tarzı, savaşta ölmeyi bilmesine rağmen bizim insanımıza olabildiğince 'yabancı'... Eylem, zaten bu özelliğiyle, üzerinde dikkatle durulmayı gerektiriyor. Bazı yorumcular, ilk gününden itibaren, cezaevi eylemlerini gerçekleştiren örgütün 'mezhebî' özelliğine dikkat çekiyorlar. Operasyonlar sırasında hayatını kaybeden bazı eylemcilerin cenazelerinin cemevlerinden kaldırıldığını gördük. DHKP gerçekten 'mezhebî' özellikleri de bulunan bir örgütse, tercih ettiği eylem biçimleri (ölüm orucu ve intihar saldırısı), ister istemez, daha değişik bir anlam kazanacaktır. Cezaevi eylemlerine, en başından beri, en çok da böyle bir olumsuz gelişme beklentisi içerisinde, daha fazla hassasiyet gösterilmesini talep ediyorum. Hangi sebeple olursa olsun, insanları 'ölümü' bir eylem biçimi olarak kullanmaya sevkeden her gelişme, kendi içerisinde 'uğursuzluk' taşır. Ölüm oruçları Türkiye'yi böyle bir noktaya sevketti; önceki gün yaşanan türden 'intihar saldırısı' eylemleri ise kaosa kapı aralıyor... Demokratik sistem örgütlenme temeli üzerine oturur, demokratik sivil toplum örgütlü bir toplumdur... Türkiye, son bir kaç yıldır, örgütlere, örgütlenmeye ters bakmaya başladı; siyasi temsili engelemeyi marifet sanan bir anlayışı sistemleştirdi. Böyle bir ortamın sıkıntılarını yaşıyoruz şimdi... Bugün karşı karşıya olduğumuz olayın adını doğru koymakta yarar var. Bu aymazlıkla daha ne kadar gidilebilir?
fkoru@yenisafak.com
|
|
Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim |
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|