|
|
Komşuda pişmediği halde
1946 yılından başlayarak yaşadığımız günlere kadar ulaşan çizgide Türkiye'nin sağcı politikaları potansiyel oyların kendilerini (sağın politikacılarını) beklediği varsayımı vesilesiyle üretilmiştir. İslâm'a ilişkin söylemleri de birer sağcı söylem haline getiren de potansiyel oyların istismarı niyetiyle lâf üretmeye devam edilmesidir. Baş örtüsünü bir aykırılığın kendine yer açma hakkını kullandığı gerekçesiyle değil de halkın benimsediği bir tavır olması hasebiyle savunmaya veya mazur göstermeye kalkıştınız mı yeriniz su katılmamış sağcılar arasında ayrılmış sayılır. Bir yandan İslâm söz konusu olduğunda "milletimin dinidir hürmet ederim" diyen Türk ırkçıları, diğer yandan "halkımızın kadınları başını örter" diyen İslâmcı Türkler iştirak halinde sağ politikaların dalkavuk karakterini vurgulamış olurlar. Ne bir taraf İslâm'ın tarih boyunca Türk ırkının başka ırklarla karışmasını hızlandıran "olumsuz (!)" etkisinden bahsedecek kadar ve ne de diğer taraf başını örterek üniversiteye devam eden kızların siyasi bir görüşü temsil etmedikleri taktirde orada o kıyafette bulunmalarının dinen caiz olamayacağını ifade edecek kadar tok sözlü bir davranış gösterebilir. Sağ politikalar dünyanın her yerinde "komşuda pişer, bize de düşer" ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. İslâmcı Türklerin son çeyrek asır içinde hiçbir programı olmadı. Hep burun deliklerini harekete geçirip komşuda neler piştiğini keşfe gayret ettiler. Komşu dediklerimiz hem ülke içinde rakip politikaları yürütenler, hem de dünya politikasını belirleyenlerden teşekkül ediyordu. İslâmcı Türklerin ellerinde en sıkı devletçi iktisattan en gevşek denetimle işleyen piyasa ekonomisine, Hazreti Ömer'in adaletinden Selman Rüştü'nün kellesini istemeye geçme rahatlığını tutuşları bundandır. İslâmcılığımız Araplara şirin görünmek için şu kadar, İsrail'den istifade edebilmek için bu kadar olmak zorundaydı. Taleplerimiz Almanlar öyle istedikleri için şu istikamette, Amerikalılar böyle istediği için bu istikamette belirlenmişti. Gözümüz komşunun tenceresinde olduğundan başımızın sıkıştığı her vakitte güvenliğimizin kaybolduğu ilk yer memleketimizdi. Güvenliğimizi ancak memleket dışında bulabiliyorsak nasıl oluyordu da, yasaları çiğnemeksizin de olsa, kaçmak zorunda bırakıldığımız yere memleketimiz diyebilirdik? Bu çarpık durumun izalesi için yapılacak tek şey İslâmcılar olarak tedarikini kendimizin gördüğü yemeğimizi pişirmektir. Komşuda pişenden bize asla, küçücük bir pay bile düşmeyecek. Buna sevinmemiz lâzım. Komşuda pişenden bize düşen helâl deği. Çünkü memleketin içindeki ve dışındaki komşularımız yemeklerini bizim maddi ve manevi varlığımızdan arta kalan neyse ondan elde edilen malzemeyle pişiriyorlar. Biz belimizi doğrultmak istiyorsak gıdamız kendi pişirdiğimiz olmak zorundadır. Yön tespitinde zorlanırsak (ne kadar tuz, ne kadar karabiber) cihan harbinde yakın ve uzak komşularımızın bize hangi muameleyi lâyık gördüklerini pusula edinebiliriz. O zaman bu saatten sonra yine de İslâmcılık denilince neyin murat edildiğini herkes anlar.
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |