|
|
Birçok insanın gıpta edeceği, başarılarla dolu bir hayat yaşıyorsunuz. Çok genç yaşta profesörlüğe ulaştınız. Bütün bunlar nasıl oldu? Bizim bütün sülalemiz millet için hiçbir menfaat düşünmeden çalışmıştır. Biz de yaratılış olarak böyleyiz. Onlar hep içtimai konularla yazdılar, çizdiler. Biz de çocukken edebiyata meraklıydık, hatta 15-16 yaşına kadar yazardım. Sonra baktım, babam dahil ailede bir sürü yazar-çizer var. Rahmetli annem Rüveyde Sinanoğlu da kalemi çok kuvvetli bir gazeteciydi. Ben onunla nasıl rekabet edebilirim diye düşünmeye başladım. 6 yaşından beri fen, fizik, kimya merakı vardı. İyisi mi bilimi seçeyim dedim. O zaman "bu işlerde aç kalırsın" dediler ama benim para kazanma merakım yoktu. Eğer sen hak için halk için çalışırsan Allah rızkını veriyor. Biz aç kalacağız diye bu işlere girdik, bir- kaç sene sonra bütün dünyadan birşeyler yağmaya başladı. Bir iş yapabilmek, yaratabilmek, insanlığa millete faydalı olabilmek için kendini unutacaksın. Bir Türk 26 yaşında nasıl profesör oldu? Biz nelerle uğraştık oralarda, adeta yedi düvelle. Profesör olmak için merak ettiğimiz konularda yeni kuramlar, teoriler falan çıkardık. Biz, dünyanın bilim adamlarının "50 senede çözülemez" dedikleri işleri pat diye, Allah nasip etti, çözdük. Ondan sonra dünyada kıyamet koptu. Dünyanın her tarafından bizi profesör yapmak istediler. Birçok üniversite beni çağırıp konuşmalar yaptırmaya başladı. Yaşım 24, 25. Yale'de de yardımcı profesör olarak başlamıştım. "Yahu bu adam parladı, bizden kaparlar. Biz bunu profesör yapalım" demişler. Normal işleyişe göre 40 yaşından önce olunamıyor. Her taraftan çullanılınca bizi kaçırmamak için bütün ara basamakları atlatarak profesör yaptılar. O günler, hayatınızın en hareketli günleri... Kendi kendime dedim ki, "bunlara ne oluyor. Ben bu kuramı 1 yıl önce buldum ve bularak mükafatımı zaten aldım. Gecenin üçlerinde bir çözüm çıkıyor ben havalara uçuyorum. Tasavvuf gibi birşey, âlemlere dalıyorsun neler görüyorsun, neler. Gece üçte çıkıyorum okuldan, kar yağıyor, hava buz gibi. Yarım saatlik yere koşarak gidiyorum, kafa ne biçim açılıyor. Şimşekler çakıyor kafamda. Çünkü, kafa matematiksel olarak çalışmaya başladı mı, her konuda çalışır. Koşarken bir yandan da marşlar söylüyorum. Hangi marş? Dumlupınar'ı söylüyorum. Bu arayış nasıl başladı, ne kadar sürdü? Ömür boyu. Zannedilir ki ben hep burnunu kitaplara gömmüş bir adam olarak bilinirim. Biz 17 yaşında nasıl oralara gittik! Şimdikiler gibi kapağı oralara atalım düşüncesi yok. O sıralarda Ankara bir nevi işgal edilmiş durumda, Amerikan askerleri falan var. Daha ilkokulda, "Türkiye 2. Dünya Savaşı'na girmedi. Nasıl oluyor da işgal ediliyor. Kurtuluş Savaşı'nı niye yaptık?" diyorum. Amerikan askerlerinin yaptığı rezillikleri görüp, sinir oluyordum. Amerika'ya gönderme niyetlerinin bizi devşirme yapmak olduğunu bildiğim için karşı çıkıyordum. Bir yakınım, "Senin bir anan var. Ona birşey olursa okuyamazsın" deyince gitmeye karar verdim. Giderken Türk bayrağı önünde "Gideceğim. Allah kısmet ederse orada söz sahibi olacağım. Ondan sonra gelip onlarla daha kuvvetli mücadele edeceğim" diye yemin ettim ve yeminimi hiç unutmadım. Yani Sinanoğlu hep, kendisini 26 yaşında profesör yapan sistemle hesaplaşma içindeydi... Beni onlar profesör yapmasaydı, Avrupalılar da Ruslar da profesör yapardı. Niye kendimi borçlu hissedeyim! Zaten ben eğitimimin yarısını tamamen Türkçe dille, Türkiye'de liseyi bitirinceye kadar aldım. Bu eğitimle Amerika'ya gidip üç sene birden atladım. Yani beni yetiştiren Türkiye'dir. 1962'den beri Türkiye'ye gelip gitmeye başladınız. "Harika Türk" diye iltifat gördünüz ama elinizi de hiçbir işe sürdürmediler... Her gittiğimiz yerde medar-ı iftiharımız derler, ama bize hiçbir iş yaptırmazlar. Bu ülkede bilimsel araştırma yapmamıza dahi mani olmuşlardır. Dünyanın her tarafına profesör yetiştirdik, Türkiye'de bunu yapalım dedik, yaptırmadılar. Kazayla bir mevkide olan samimi biri çıkar "aman şöyle yapalım, böyle yapalım" der. İki üç hafta sonra bize merhaba bile demez. Çünkü, bir yerden telefon gelir. 40 senedir bunları yaşıyoruz. Bir keresinde cuntacı komutanlara dedim ki: "Beni kapıdan atsanız bacadan girerim. Benim dedelerim Karacabeyler 2. Murad'dan beri var ve mezarları Ankara Kalesi'nin dibindedir. Siz nereden geldiniz?" Neticede elimi hiçbir işe sürdürmediler. Bir pozitif bilimci olmanıza rağmen... Müsbet bilimci... Evet, müsbet bilimci olmanıza rağmen farklı bir formülünüz var. "Bilim + gönül" diyorsunuz. Ne demek bu? Bizim eski alimlerimizde şöyle bir anlayış vardır: Bir alimin alim olabilmesi için hem maddi hem de manevi ilimlerde bilgi sahibi olması lazımdır. Biz bunu sonradan keşfettik ve akıl ve bilimle, gönülle maneviyatı birleştirmenin gereğini anlattık. Batı herşeyi akla dayamıştır halbuki akıl bir uzuvdur. Doğu'da aklın üstünde bir şey vardır o da gönüldür. Aklı, gönlün yönetmesi gerekir. Bilgisayar yazılımı gibi. Toplumun da gönlü vardır ve bu da harstır, kültürdür. "Türk Aynştaynı" benzetmesi nereden çıktı?
Şahsen kimseye benzemek istemem, ben benim. Kitabın adını öyle koymuşlar. Onun için yani, estağfurullah... Einstein'a yetişemedim ama onun gibi ünlü birçok bilim adamını tanıdım ve onlarla arkadaş oldum. Özel hayatlarına girdim. Ben 26, 30 yaşındayken benim mesleki akranlarım 60 yaşlarındaydı ve hepsi de arkadaşlarımdı. Bu arada Einstein'ın bilinmeyen bir yönünü söyleyeyim. Einstein'in iki önemli kitabı vardır. Biri biliyorsunuz, İzafiyet Teorisi üzerine, diğeri de Yahudi Tasavvufu üzerine. Çünkü, Einstein son derece dindar bir Yahudi'ydi. Türk diline ve Türk kimliğine çok önem veriyorsunuz. "Bilim dili Türkçe olmalı" diye kampanya başlattınız. Bu, neden gerekli? Biz her insanın haysiyetiyle şerefiyle yaşayabilme hakkına inanıyoruz. "Türk diyor başka bir şey bilmiyor" diye anlaşılmasın. Bakanların hayat hikayelerine bakıyorsunuz. Filanca bakan... "Evlidir, iki çocuk babası ve İngilizce bilir." Peki başka ne bilir? Bu adam matematik bilir mi, devlet idaresi bilir mi, işiyle ilgili birşey bilir mi? Bütün sömürgelerde sömürgeci, kendi dilini dünya dili oluyor diye yutturmuştur. Fransızlar da Cezayir'de bunu yapmıştır. Oyun budur Türkiye'de. Aklı başında her ülkede eğitim dili kendi resmi dilidir. O da çoğunluğun dilidir. Bilim niye İngilizce yapılmaz? Çünkü, bir insan biraz öğrenmekte olduğu bir dilde birşey öğrenmesi mümkün değildir. Size bilimi öğretecek de yarım buçuk bir yabancı dille fiziğin temel kavramlarını anlatıyor. Yahu, bunu kendi dilinde anlatsa zor anlarsın zaten. Dünyada İngilizce bitiyor, Amerika'da bile İspanyolca almış yürümüş, Çince geliyor. Biz hâlâ İngilizce derdindeyiz. Sizin Türk ve Müslüman kimliği üzerine yaptığınız tesbitler de ilginç... Türk olmak, Alman olmak ya da Rus olmak, ırk meselesi değildir. Bir biyolojik gen, yani kalıtım var. Bir de kültür genleri var. Bir millete mensup olmak demek kafa ve gönül meselesidir. Soyunu sopunu tartışmak anlamsız. Orta Asya'da bakıyorsunuz biyolojik olarak tip tam Türk ama ağzını açıyor, Rusça konuşuyor ve bundan da övünüyor, kendini Rus sanıyor dangalak. Bunlara mankurt derler. Biz ise gönüllü mankurtluk yapıyoruz. Bu tarifte İslamı nereye oturtuyorsunuz? Din, kültürün en önemli unsurudur. Biz lisedeyken üçüncü mevkide Anadolu seyahatleri yapardım. Köylüler oturmuş. Gider sorardım: "Türk ne demek?" Adam da derdi ki "Türk demek, Müslüman demek." Peki, Müslüman ne demek? "Türk demek." Dünyada birçok yerde de böyle biliniyor. Türkler bin sene İslamı temsil etmiş, koruyucusu olmuştur. Bizim kimliğimizdeki Türklük ile Müslümanlığı ayırmak bir Amerikan oyunudur. Daha doğrusu, yeni dünya düzenci küresel kraliyetçi takımın ve oradaki buradaki gizli cemiyet uzantılarının marifetiyle yapılmıştır. Türkü Müslüman lafına, Müslümanı Türk lafına düşman ettiler. Türkiye Cumhuriyeti içinde, kendisini nasıl tanımlıyorsa tanımlasın herkes Türk'tür.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv Bilişim| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © ALL RIGHTS RESERVED |