|
|
Cumhuriyet Dönemi'nin öğretmeni kim? (1)
Yeni Şafak'ta birkaç gün önce bir haber vardı: Reşad Nuri Güntekin'in meşhur romanındaki "Feride"nin Cumhuriyet'in örnek öğretmeni olduğu ve Rusya'da basılan "Feride'nin Günlüğü"nde, bu "bayan öğretmenin hafif-meşreb" ifadesi ile, aşağılandığı vurgulanıyordu. İsterseniz, bu günlerde edebiyatla ilgili tartışmalara da bir açıklık getirmek üzere, Reşad Nuri Güntekin ve Çalıkuşu'ndaki "Feride" hakkında, "Çağdaş Devrim Yobazları" (İst/1991, sh: 114-119) adlı eserimizden bir bölüm sütunlarımıza aktaralım: "Cumhuriyet Dönemi"nde en çok okunan, en çok eser veren yazarlardandır. Piyesleri sahnelerde, romanları siyah perdelerde oynandı durdu... Romanlarını bir ara "Vakit"te neşr etti. Daha sonraları ise, devrimleri savunma adına "Memleket" gazetesini çıkardı ve "Başyazar"lığını üstlendi: (1947). 1939'da Çanakkale Mebusu seçilmişse de, ikinci sefer bir daha Meclis'e girememiştir... Masal ve hikâyeleri çocukluğundan beri severdi. Çanakkale'de ilk olarak Fatma Aliyye'nin -ki Cevdet Paşa'nın kızıdır- "Udî" adlı romanını okuyup tad almış. Türkiye'de "fikre kıymet" verilmeyişini şöyle izah ediyordu: "Türkiye'de fikre kıymet verilmemesini bir gerçek olarak kabul ediyorsanız, sebebini okur yazarların az olmasında, okuma bilenlerin okumamasında, bir de her zorluğun, her meselenin akılla, mantıkla, sağ-duyu ile ve kürsü hatipliği ve tartışmaları ile halledileceğine inanan zihniyette aramalıyız." (İnci Dergisi, 22.1.1954). Bunun aksine, mebusluğu sırasında, onunla aynı sıraları paylaşan Aydın mebusu, (Agâh Sırrı da vardı) bir başka edebiyat tarihçisi, yeni çıkan "Gökyüzü" adlı romanı sebebiyle, romanın kişisi hakkında yönelttiği "tahlîl ve tenkit"te şöylece, romancımızın "roman karakteri"ni kaleme alıyordu: "Romanın, ictimaî hayatımıza temas eden çok mühim yerleri vardır. Hayatın sertliği ile nazariye arasındaki fark, nazariyenin iş sahasındaki kıymetsizliği, mazinin dar tesirinden kendilerini kurtaramayan Jön-Türklerin, dinî tesirler altında politika ve inkılâp yapmaya kalkışmaları, eski sürgünlerin iç-yüzü ne güzel gösterilmiştir." "Romancı, bazı yerlerde ictimaî hayatın tenkitlerini de yapıyor. Cumhuriyetin ilânından sonra da; hâlâ cinlere, perilere ve efsunculara inanacak kadar geri kalmış bir fizik muallimi, bir miralay, bir mühendis, bir hukukçu vardır. Roman kahramanı, ciltlerle kitap okumuş bu adamlarla kendi arasında, ayrı cinsten iki hayvan arasındaki geniş farkı duyuyor. Buna mukabil "bir Allah, bir cennet ve bir cehennem varmış; ha olmuş, ha olmamış, bana ne" diyen Bulgaristanlı bir muhaciri kendine daha yakın buluyor. Hele eski örf ve âdetlere temas eden kısımlar, eserin en değerli taraflarıdır." (A.S. Levend, Eserler ve Şahsiyetler, sh: 23-24). Mart 1927'de solcuların çıkardığı "Resimli Ay" dergisinin devrin şöhretlerine sorduğu: "Ahirete inanır mısınız?" sorusuna verdiği cevap, ilginçtir: "-Dünya'ya gözlerinizi kapar kapamaz başka bir dünyaya doğacağımızı, bütün düşündüğümüz, istediğimiz, sevdiğimiz şeyleri orada bulacağımızı ümit etmek çok güzel bir şeydir. Fakat ben bu saadeti çoktan kaybettim." İmza: Reşat Nurî... Yani, Reşat Nurî Güntekin... İşte, o 1935'lerde bir başka noktaya dikkatini teksif eder. O sırada Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Anadolu'da turneye çıkan tiyatro kumpanyalarına çeki düzen vermek, repertuarlarını düzenlemek için "Cumhuriyet'in ruhu"na uygun piyesler ısmarlar. Reşat Nurî de o fırtına koparan piyesini, 1925'de yazdığı "Arapça değil mi, uydur uydur söyle!" ve 1931'de kaleme aldığı "Babür Şahın Seccadesi" gibi tiyatro eserlerini kat kat aşan, "Hülleci"yi yazmıştır... Bu eseri ile Reşat Nuri, İslâm'daki "nikâh" olayını bayağılaştırmış, bir oyuncak olarak komediye dönüştürmüştür... Hele İ. Galip Arcan bu piyesteki "Hülleci"yi oynarken, seyircileri gülmek ile ağlamak arasında, sonu gelmez bir toplumsal strese sokmakta öncülük ediyordu... Zaten Reşat Nuri Güntekin, daha Nisan 1923'de üç arkadaşı ile çıkardığı "Kelebek"te, ilk yazısı ile "hikâye"cilikte bir "Münzevinin Esrarı"nda, bir genç ve saf kızı "Şeyh Nihanî" adında bir şeyhin bu 18 yaşındaki "İffet"i nasıl diğer kadınlar gibi "iğfal" ettiğini açık açık anlatır... Rezilce ve çirkin bir görüntü içinde... Şeyh (?) işini bitirince, kızın kaybolmuş iffeti karşısında, şu sözleri ne kadar yalan ve haincedir: "-Haydi tontonum, tren vakti yaklaştı. Sen git... Ben de ibadetimle meşgul olayım..." İffet dalgın bir tereddütle Şeyh Efendi'nin yüzüne bakıyordu: "-Peki efendim, ama vaadinizi yerine getirecektiniz. Ben sizin irşadınızla bir büyük sırra erecektim. Her dediğinizi harfi harfine yaptım. Halbuki bir şey öğrenmedim." Şeyh Efendi mavi gözlerini semâya kaldırdı: "-Ah gafil çocuk!" dedi. "Sayemde ermediğin sır kaldı mı? Daha ne fedakârlık edeyim? Bu gece öğrettiklerimi tatbik et de, o, Vuslat hanımlar filan gibi zengin ol!" (Reşat Nuri, Münzevinin Esrarı, Kelebek, sayı: 1, sh: 6-7, 12.4.1339).
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |