Türkiye'nin birikimi... | ||
|
Bir İstanbul gezisinden detaylarŞu acayip yaşamak yerinde yaşayan bazı insanlar vardır; insanın yaşamak yerinde olmaklığını dinlendirir, iyileştirir. İnsanın, envai çeşit sebeplerle zorlanıp bozulmuş iyilik melekelerini ve güzel kadim hislerini besler, büyütür. İşte onlardan biriyle, Albay Rock lakablı olanıyla Galata'dan Karaköy'e doğru iniyorduk. Ben Ankara'ya dönecektim. Vedalaşıp ayrıldık. Güneşin Galata Köprüsü'ne, Leonardo'nun resimlerindeki gibi düştüğü bir akşamüzeriydi. Vedalaştık. Arkasından baktım bir süre. Baktım Albay, bastığında hafifçe yaylanan o çevik bacaklarının üzerinde, bir kovboyun tütün çiğnemesi gibi yaylana yaylana uzaklaşıyordu... Hazır içlenmişken ağzımdan kaçıracağım; çok üzüldüm ayrıldığıma ondan, içim burkuldu. Dönmeyecekti Ankara'ya. Dostum, ağabeyim, kafasında bir yığın fırtınayla ve yelkenle İstanbul'da kalmış, yine kendini büyüleyen açık bir denize doğru dönmüştü yüzünü. Gitmişti... Merdivenlerden usul usul alt geçide indim. Baktım, iki tane dev gibi adam. Vücutlarını Kızılderili kıyafetleri örtüyor. Suratlarına baktım. Kızıl-esmer suratları, tam birer Oturan Boğa, Cochise ya da ne bileyim, Kızıl Bulut suratı. Saf kan birer mağrur Kızılderili. Kafalarının üzerinden, savaş şeflerinin o fıskiyeyi andıran savaş tüyleri sarkıyor arkaya. Yalnız, elleri eskiden olduğu gibi ok-yay ve balta değil, davul ve keman taşıyordu. Önlerindeki bavulda birkaç tane kaset vardı. Sordum, benim gibi problemli bir İngilizce'yle; "İnka Kızılderilisi (Güney Amerika'da yaygın bir Yerli ırk) olduklarını, Peru'dan geldiklerini" söylediler. Sonra atladım vapura, dooru Bostancı.
syusuf@yenisafak.com
|
|
Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi |
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|