Boğaz’ın tam ortasında süratle gidiyoruz. Tophane semti, Fındıklı semti geçiyor, Dolmabahçe Sarayı’nın beyaz oymalı cepheleri kayboluyor ve Üsküdar bahçelerle, köşklerle örtülü set set yükselen tepelerini son defa gözler önüne seriyor. Elveda İstanbul! Aziz ve büyük şehir, çocukluğumun rüyası, gençliğimin emeli, hayatımın unutulmaz hatırası! Elveda, Şark’ın güzel ve ölümsüz kraliçesi!
Bu cümleler 1874 yılında, henüz 28 yaşında İstanbul’a gelip hayran kalan Edmondı de Amicis’e ait. Ünlü yazar Constantinopoli adıyla yayınladığı eserde Boğaziçi’nin güzelliğine sayfalar ayırmıştı. Şehre vedasında da Boğaziçi’ni semt semt anlatıyordu. Doğrusu bu kentte hem yaşayan hem de gezmeye gelenlerin ayrı bir başlık olarak bahsettiği, İstanbul’u İstanbul yapan yer Boğaziçi’dir. Tabii ki yalıları ve ahşap konutlarıyla beraber... 2014 yılında İstanbul’un Kaybolan Ahşap Konutları, 2019’da ise İstanbul Adalarının Yaşayan Ahşap Konutları isimli eserleri yayınlayan, ülkemizin önemli mimarlarından Prof. Dr. Reha Günay’ın YEM Yayın etiketiyle okurla buluşturduğu Boğaziçi’nin Ahşap Konutları ve Yalıları kentin bu önemli merkezinin tarihini ve mimarisini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Elimizdeki kitabın önemi şu; Bir yandan Boğaziçi’nin tarihine dair önemli noktaları inceleyebiliyorken diğer yandan Boğaziçi’ne dair sayısız fotoğrafla, bölge bölge yalıları ve ahşap konutları karşılaştırabiliyoruz. Çalışmada Üsküdar’dan Beykoz’a, Kabataş’tan Tarabya’ya kadar tüm Boğaziçi’nde inci gibi sıralanmış bu yapıları mimari özellikleriyle incelemeye tutuluyor. Kimi zaman bir kapı kimi zaman bir balkonu yakın çekimlerle görebiliyorsunuz. Bazı konutlar ise öncesi ve sonrası fotoğraflarıyla yerini almış. Bu da restorasyon sonrasında nasıl bir değişim olduğunu gözler önüne seriyor. Günay, Boğaziçi’nin ruhunu tam olarak yansıtabilmek için fotoğrafların en eski tarihli olanları seçmeye gayret ettiğini de yine kitabın satırları arasında biz okurlarına aktarıyor.
Mimarlık mirasımız kayıt altında
Peki, İstanbulun kalbi diyebileceğimiz Boğaziçi’nin fotoğrafları nasıl bir araya geldi? Çocukluğunun İstanbul’unda konutların büyük bir kısmının ahşap olduğunu söyleyen Günay, gençlik yıllarından itibaren kentte yaptığı gezilerde gün geçtikçe kagir ve beton yapıların arttığını gözlemliyor. Tarihî bir vesika olması için de ahşap yapıları fotoğraflamaya başlıyor. Bir nevi mimarlık mirasını kayıt altına almış oluyor. Bu eserde ise fotoğraf arşivinde yerini alan Boğaziçi’nin çok değerli ahşap konutları ve yalıları bir araya geliyor. Bu birliktelik bize İstanbul mimarisi hakkında pek çok ayrıntı veriyor.
Yalı mimarisi bize neler söylüyor?
Boğaziçi’nin dikkat çeken ahşap konutlarının başında elbette yalılar geliyor. Onların mimari özelliklerini anlamak toplumsal yapıya dair de pek çok ayrıntıyı daha iyi görmemizi sağlayabilir. Yalı mimarisine yakınlaştığımızda ilk gördüğümüz ise kıyı çizgisi üzerinde yer aldıkları ve çoğunlukla Osmanlı’nın üst düzey yöneticileri için yapılmış olmaları. Günay, sarayla ilişkili kişiler yaşadığı için sarayın ihtişamının taklit edildiği bir mimarinin izlediğinin altını çiziyor. Yani bu nedenle yalılarda nitelikli bir tasarım söz konusu. Bu konutlara ulaşım genellikle deniz yoluyla oluyor. Yapının düz bir temele oturması için deniz kıyısına kazıklar çakılarak bir rıhtım yapılıyor.
Malzeme hep ahşaptı
Günay’ın yalı mimarisine dair dikkat çektiği başka bir husus da ahşap malzeme. Su kenarında bina yapımını kolaylaştırmak için ahşap kullanıldığını belirten Günay, yükün hafif olmasının binanın güvenliğinin arttığını ifade ediyor. Çıkmalar ve pencereler ise kayık trafiğini ve karşı kıyıyı izlemek için bu ahşap yapıya dahil oluyor.
Toplumsal düzenin izleri var
Yapı, aile içindeki düzene göre oluşturuluyordu. Odaların açıldığı sofalar toplu yaşam alanıyken, odaların kendisi evli bireylerin mahrem bölgesi sayılıyordu. Eğer büyük bir yapı ise harem ayrı bir bina olarak yer alırdı. Yapı küçükse bile selamlık olarak kullanılacak bölümler mutlaka tasarım aşamasında düşünülüyordu. Bir diğer ayrıntı ise ahşap malzemenin sıklıkla değiştirildiği, yani yapıların sıklıkla tamir gördüğüydü. Günay bu değişimlerde mimarlık modasının da izlenebileceğini belirtiyor.
Hem deniz hem orman
Boğaziçi Yalıları isminde bir kitabı olan A. Şinasi Hisar’dan da Boğaz yalılarına dair sayısız önemli bilgiyi ediniyoruz. Örneğin, “Boğaz tiryakilerinin daha ziyade severek ‘leb-i derya’ da dedikleri bu eski halis Boğaziçi yalıları klâsik mimarîsinin hususî vasıfları vardır. Boğaziçi dediğimiz incelik, güzellik, sanat hârikası vücuda getiren yalıyı yapan hassas mimar, ince birtakım hesaplarla istinad eder: yalıyı, önündeki denizin emsalsiz mavisiyle arkasındaki dağların yeşili arasında açar.” cümleleri yapıların konumlarına dair önemli bir özelliği ortaya koyuyor. Hisar’ın dikkat çektiği orman ve deniz birleşimine Günay da eserinde eğiliyor. Bugün her ne kadar gözlemleyemesek de aslında yalıların bir diğer önemli özelliğinin konum olarak denizle ormanlık yamaç arasında kalmaları olduğunu aktarıyor. Bunun nedenini ise yalı sahiplerinin bir yandan denizi diğer yandan ormanı hayatlarına katmak istemesiyle açıklıyor.
Boğaziçi kültürü “göç” etti
Günay, Boğaz’daki ahşap konutlarda doğan yaşam biçminin Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam ettiğini ancak arkasından gelen ekonomik ve sosyal değişimlerin durumu değiştirdiğini aktarıyor. Yalı sahiplerinin konutların giderlerini karşılayamayınca, odaları kiraya verdiğini daha sonra da yıkılmalarına müsaade ettiğini belirtiyor. Boğaziçi’nin de kentin geri kalanı gibi uzun yıllar içinde betonlaştığını ifade eden Günay, son kalan yalıların onarılsa dahi eski görüntüsünü kaybettiğini söylüyor. Ona göre bozulan çevre yalı mimarlığını değersizleştirdi. Boğaziçi kültürü de “göç etmiş” oldu.