Dünyaya dört asırdır Batı uygarlığı hükmediyor: Batılılar üretiyor, dünya tüketiyor. Ekonomiden ve siyasetten sözetmiyorum sadece; düşünce, bilim, sanat ve estetikten de sözediyorum. Batılılar konuşuyor, dünya konuşulanı konuşuyor. Batı’nın dışında bir dünya yok. Batılıların dışındaki medeniyetlerin bir dünyaları yok yani.
Yeterince ürpertici, değil mi?
Bu yok oluş sürecini İslâm dünyası da yaşıyor. İslâm dünyasının tarih-kurucu aktörlerinden biri olarak biz de.
Türkiye, zor bir dönemeçten geçiyor... Zorlu, uzun ve yorucu bir yolculuk bizi bekliyor...
Ama şunu aslâ unutmamak gerekiyor: Bütün zor zamanlarda, zorlu zamanlarda, toplumlar, o zorlukları aşacak bir ruh arayışına soyunurlar.
Almanlar böyle yaptılar. Ruslar, böyle yaptılar...
Biz de böyle yapacağız: Neyi yitirdiğimizi hatırlama yolculuğuna çıkacağız her alanda...
Yitirdiğimiz evrensel ruhu hatırlayıp yeniden hayata aktarma zorlu yolculuğuna soyunduğumuzda, insanlığın önünü açacak hakikat, adalet, sulh ve selâmet ilkelerinin bizde olduğunu göreceğiz...
Alman ruhunun bu süreçte nasıl inşa edildiğini ve yok edildiğini kısaca gözden geçirmek zihin açıcı olabilir burada.
Hegel, yüzlerce prensliğin cirit attığı bu darmadağın Almanya’yı birleştirecek ruhun izini sürdü. O yüzden devleti kutsadı, putlaştırdı hatta!
Aynı şeyi, Leibnitz de, Kant da yapmıştı: Avrupa’yı toparlayacak ortak bir “dil” ve ruh arayışının izini sürmüştü bu iki düşünür de.
Kant’ın izinden giden Hegel, Almanların “volkgeist” dedikleri, “halkın ruhu”nu, bu ruhun kültürel ve tarihî köklerini araştırdı.
Sonuçta Alman ruhunun, köklü bir Alman dili, kültürü, düşüncesi ve sanatıyla inşa edilebileceğine karar verdiler Hegel, Herder, Fichte, Goethe, Schiller, Kant gibi Alman düşünürler ve sanatçılar.
İşte Weimar Rönesansı buradan doğdu: Almanlar, kendilerini ayağa kaldıracak ruhun yapıtaşlarını geçmişten geleceğe doğru hem Avrupa düşünce tarihinde hem de dünya kültür tarihinde yolculuk yaparak döşemeyi başardılar.
Alman ruhunun, dil ve kültür kodları bakımından birleşmiş bir Almanya ve bu birliği sağlayacak, teminat altına alacak ve Almanya’nın en azından Avrupa tarihini yapacak güçlü bir lider etrafında hayat bulacağını gördüler: Bismarck’ı çıkardılar, Fransızların Napolyon’undan yaklaşık bir asır sonra.
Weimar Rönesansı’nın hikâyesi çok heyecanlı ve zihin açıcı. Ama bu kadarla yetineyim burada.
Biz, bize gelelim, kendimize: Biz ne yapacağız peki?
Almanların Alman Ruhu’nu icat ve inşa etme yolculukları kışkırtıcı.
Ama bütün çapına ve derinliğine rağmen evrensellikten uzak ve aşırılıklarının kurbanı: Ulus icadıyla evrensel bir ruh inşa edilemez.
Nitekim, onca yolculuk ve çaba, sonunda Faşizm’le heba oldu gitti. Hegel’in inşa ettiği putlar, zihinsel putlar, Almanya’yı tarihe çıkarıyor gibi yaptı kısa bir süreliğine ama sonunda iki dünya savaşının eşiğine sürükleyerek Alman Ruhu’nu ekonomik akıl’a kurban etti.
Almanların hikâyesi, çok heyecanlı gerçekten de. Heyecanlı ama ziyadesiyle trajikomik!
Evet, biz ne yapacağız?
Önce şunu göreceğiz: Bu ülkenin ruh kökleri, ulus köklerinden ibaret değil. Bu ülkenin, çilekeş toprakların, Anadolu kıtasının ruhu, ulusal sınırları fazlasıyla aşan, üç kıtaya ulaşan, yerle gök arasını buluşturan, hakikat’ten beslenen, süt emen ulusötesi, o yüzden de gerçek anlamda evrensel bir ruh.
Ezberlerimizi çöpe atalım: Batı uygarlığının geliştirebildiği ama adına da “evrensel” deme kompleksi sergilediği en makro bakış, ulus-eksenlidir: Alman Ulusu, Fransız Ulusu vesaire içindir her şey.
Avrupa Birliği fikri, o yüzden hayal. Ve o yüzden zor zamanlarda, kriz zamanlarında hayalete dönüşmesi kaçınılmaz. İki kanlı, barbar, hunhar dünya savaşı, söylediklerimin ürpertici kanıtları.
Ulus’u eksene aldığınızda, ruhu kurutursunuz. Ruhu eksene aldığınızda, ulus’u uçurursunuz kelimenin tam anlamıyla: Tarihi yapan, insanlığın önünü açan evrensel ilkeleri insanlığa sunan bir model hayat, hakikatten süt emen bir medeniyet fikri sunarsınız...
Batı, ulus-eksenli olduğu için Batı’da her şey, temelde neseb’e dayanır; bizde ise edeb’e. O yüzden Batılılar şöyle der: “Benim derdim seninle!” İşte bu nedenle, sömürgecilik, emperyalizm Batılıların eseridir.
Ama biz şöyle deriz: “Benim derdim benimle.” Bu nedenle tarihte nerdeyse tarihin yapılmasında kilit rol oynayan bütün medeniyetlerin üzerine oturdu Osmanlı. Ama Batılılar gibi bu medeniyetlerin hiç birini yok etmedi; hepsinden beslendi, hepsini de besledi.
Osmanlı, bunu nasıl başardı peki?
Tarihte, hem Dâru’l-İslâm’ı, hem Dâru’s-Selâm’ı (Barış Yurdu’nu) hem de Dâru’l-İnsan’ı (İnsanlık Yurdu’nu) inşa eden en gelişmiş, henüz aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış medeniyet tecrübesini insanlığa armağan ederek başardı.
O yüzden çağımızın en büyük tarih felsefecilerinden Arnold Toynbee, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” demişti.
Bazı sığ kişiler, bendeniz, Osmanlı’dan sözedince “geçmişten sözetme bize” diye, karşı çıkıyorlar söylediklerime.
Biraz tarih felsefesi bilenler şunu bilirler: Geçmiş de, şimdi de, gelecek de izâfîdir: Geçmiş, geçmiştir ama geleceği inşa edecek bir ruh ve bir tecrübe armağan etmiştir.
İşte Toynbee’nin Osmanlı’yı insanlığın geleceği olarak görmesini sağlayan şey, bu ruhu ve tarihî derinliği farketmiş olmasıydı.
Toynbee’nin gördüğü bu evrensel ruhu biz neden göremiyoruz peki?
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.