İslâm medeniyeti konusunda aşılamayan bir çalışma yapan
, şöyle bir gözlemde bulunur: 16.-18. yüzyıllarda, dünyaya Mars’tan gelen bir yaratık, şöyle bir hükme varabilirdi: Fas’tan Endonezya’ya kadar dünya haritasının kahir ekseriyetinde Müslümanların yaşadığını görerek “
bu dünyada müslümanlar yaşıyor galiba
”, diyebilirdi.
Marshall Hodgson’ın gözlemi böyle.
KATLİAMDAN SONRA CAMİLERE AKIN VAR...
Katliam sonrasında ilginç gelişmeler yaşanıyor:
Katliamdan bu yana Yeni Zelanda’da Müslüman olanların sayısı 400’ü geçmiş.
Yeni Zelandalılar -ve Avustralyalılar- camilere akın ediyorlar...
Birincisi, camide, ibadet halinde masum insanların hunharca, alçakça katledilmeleri, hem bütün dünyada nefretle karşılandı hem de müslümanlara karşı büyük bir sempati selinin yönelmesine yol açtı. Katledilen insanlar, dünyanın en mazlum, en barışçıl, en güleryüzlü ve yardımsever insanları aslında.
O yüzden özellikle Yeni Zelanda da ama genelde belli başlı Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da camiler gayr-i müslim insanların akınına uğradı; camilerde kalkanlar oluşturuldu; müslümanların emin bir şekilde ibadet etmeleri sağlanmaya çalışıldı.
Bunda Yeni Zelanda Başbakanı’nın katliam anından itibaren mazlumlara, ailelerine sahip çıkması, onlar gibi giyinmesi, onlarla birlikte olması, onlarla hemdert olduğunu göstermesi çok etkili oldu.
Buradan
Yeni Zelanda Başbakan’ı Ardern’i
, gösterdiği olağanüstü liderlikten ve harikulade kriz yönetiminden ötürü yürekten kutlamak gerekiyor.
Katliamdan bu yana camilere akın olmasının ikinci nedeni,
insanların İslâm’ı merak etmeleri
, camilerden İslâm’la ilgili bilgi almak istemeleri. Yeni Zelanda’da Emniyet Müdürü’nün Müslüman olduğunu açıklamasından bu yana İslâm’ı merak edenlerin, -bu arada
Müslüman olanların- sayısında gözle görülür bir artış yaşanması
o yüzden şaşırtıcı değil.
“TERÖRİZMLE SAVAŞ”, “İSLÂM’LA SAVAŞ”IN MASKESİ!
Bu iki neden, bu eylemi planlayan Batılı istihbarat örgütlerinin, “ne yaptık biz?” diyerek, kafalarını duvarlara vurmalarına yetmiş olmalı!
Terör eylemini planlayanların aslâ hesaplamadıkları bir sonuç bu çünkü!
Oysa “terörizmle savaş” stratejisini hayata geçiren emperyalist ülkelerin hedefleri tam tersiydi: Hem İslâm dünyasında İslâm’ın her alanda güçlenme eğilimini tersine çevirmek hem de dünyada, özellikle de
Batılı toplumlarda gözlenen Müslümanlaşma eğilimini durdurmak.
“Terörizmle Savaş” sadece maskeydi; asıl sorun, İslâm’dı
: İslâm’ın, hem İslâm dünyasında en güçlü aktör konumuna yükselmeye başlaması hem de Hıristiyanlığın bittiği, ateizmin yaygınlaştığı Batı toplumlarında en çok ilgi duyulan ve en çok yayılan din hâline gelmesi, Batılı başkentlerde
çalmasına yetti.
Soğuk Savaş alelacele bitirildi
; 1990 yılında, dönemin NATO Genel Sekreteri
Willy Cleas, “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm’dır”
diyerek “İslâm’la savaş”ı alenen NATO stratejisi olarak belirlediklerini ilan etti.
“Terörizmle savaş”, hedef saptırmak için uydurulmuştu. Amaç İslâm’la postmodern yöntemlerle yani sinsice, ikiyüzlü yöntemlerle savaş’tı.
Terör örgütleri icat edilecek, bunların, Batı’ya savaş açan, gözü dönmüş, vahşî örgütler olduğu işleyecekleri cinayetlerle ispat edilecekti...
BİR TAŞLA BİR KAÇ KUŞ BİRDEN...
Böylelikle, bir taşla bir bir kaç kuş birden vurulacaktı.
Birincisi, Batı toplumlarında İslâm’a duyulan ilgi durdurulacaktı.
Bunun büyük ölçüde başarıldığını söyleyebilirim. Batı toplumlarında İslâm’ın cazibe merkezi konumuna yükseldiği, özellikle de krema arasında, okumuş yazmışlar arasında İslâm’a ilginin ve müslümanlaşma oranının hızla arttığı, 1980’li yıllarda Londra’daydım. Ve bu ilginin bizzat tanıklarından biriyim.
Doğrusunu söylemek gerekirse, İslâm’ın cazibe merkezi haline bazı merkezler tarafından getirildiğinden pirelendim yıllarca ve bu duruma Batılı güçlerin müdahale edebileceği korkusuyla yaşadım o yıllarda Londra’da.
Hislerim, tabiî, tarihsel analizlerim, beni yanıltmadı:
, bir anda bütün dünyada
bu terör örgütleri üzerinden hızla şeytanlaştırıldı ve Batılı toplumlarda İslâm’a karşı inanılmaz bir nefret duygusu oluşturuldu.
Böylelikle başka bir hâdisenin de temelleri atılmış oluyordu
: İslâm dünyasında İslâm’ın hızla artan gücü de asgarî düzeye çekilmiş
, müslüman toplumlarda sefih sekülerleşme biçimleri -neoliberal politikaların da desteğiyle- hızla köksalmaya başlamıştı.
Üçüncü olarak, felsefî açıdan büyük bir kriz yaşayan
, postmodern tekno-paganizm biçimleriyle bastırılıyor, böylelikle,
Batılı toplumlara, İslâm dünyasındaki terör örgütlerinin işledikleri cinayetler gösterilerek hallerine şükretmeleri söyleniyordu!
Fakat modernliğin yaşadığı ve bütün dünyaya yaşattığı bunalım, varoluşsal bir bunalımdı: Tanrı fikri yok edilmiş, tabiat delik deşik edilmiş, insanın geleceği bile tehlikeye girmişti.
Bütün bunlara yol açan Batı uygarlığı başka kültürlere, dinlere, medeniyetlere hayat hakkı tanımamış, bütün dinleri fosilleştilmiş, bütün medeniyetlerin kökünü kurutmuş, dünyayı kendine benzetmişti.
Batı’ya benzemeye direnen
, insanca bir dünyanın kurulması için bütün zorluklara rağmen ayağa kalkma mücadelesi veren
tek din İslâm’dı; tek aktör, müslümanlardı
; müslümanları yeniden tarihe giydirecek canlılık emaresi gösteren
tablosunu çizdiği manzara, yeniden gerçek olur mu acaba?
Bunu bilemem ama şunu söyleyebilirim: Yeni Zelanda katliamı, panik psikolojisiyle hareket eden emperyalistlerin pabucunu dama atacak ve Batılıların
dünyanın İslâm’la buluşmasını önleyemeyecekleri
ilginç bir rol oynayacağa benziyor... Vesselâm.