İnsanları bilim yapmaya, felsefe yapmaya sevk eden veya hurafelere, dinselliğe, mitolojiye, akıldışılığa karşı bilimsel ve felsefi düşünmeye sevk eden amiller vardır. Bu motivasyonun akli, bilimsel veya felsefi bir keşif veya bir motivasyon olduğunu zannedenler çoğunluktadır. Oysa bilim adına, hatta akıl adına üretilen hurafeler ile tarih boyunca din adına üretilen hurafe ve mitolojiler birbiriyle yarışır orandadır. Bunun böyle olmadığını aslında bilimselci iddialarda bulunanlar bile kısa süre içinde
İnsanları bilim yapmaya, felsefe yapmaya sevk eden veya hurafelere, dinselliğe, mitolojiye, akıldışılığa karşı bilimsel ve felsefi düşünmeye sevk eden amiller vardır. Bu motivasyonun akli, bilimsel veya felsefi bir keşif veya bir motivasyon olduğunu zannedenler çoğunluktadır.
Oysa bilim adına, hatta akıl adına üretilen hurafeler ile tarih boyunca din adına üretilen hurafe ve mitolojiler birbiriyle yarışır orandadır.
Bunun böyle olmadığını aslında bilimselci iddialarda bulunanlar bile kısa süre içinde fark ettiler ve
üzerinde durmaya başladılar.
Ünlü bilim felsefecisi
insanları bilimsel davranmaya sevk eden amillerin hiç de bilimsel olmadığını, akılcı olmaya sevk eden motivasyonların da hiç de akılcı olmadığını
kitabında oldukça veciz bir biçimde ifade etti. Tabi akılcılığın teolojisinin yapıldığı Aydınlanma dönemi filozoflarından
David Hume, Jean-Jacques Rousseau
gibi düşünürler de saf aklın hiçbir zaman doğada bulunamadığından epey bahsettilerse de
bütün bir Aydınlanma gürültüsünden geriye artık tapınılan akıl ve bilim putları kaldı.
Aslında günümüzün felsefe çevrelerinde bu konuda ciddi bir farkındalık oluşmuş durumda. Söylediğimiz şey kimsenin bilmediği yeni bir keşif veya iddialı bir söz de değil. Felsefenin veya bilimin baştan itibaren kendini ayrıştırmaya çalıştığı retorik ve mitolojiden hiç de uzaklaşamadığına dair ciddi bir öz-bilinç hali sözkonusu.
Bu farkındalık bir tek bizim batı felsefesini uzaktan büyük hayranlıkla ama olduğundan çok daha farklı bir biçimde anlayarak takip edenlerde yok.
Bizimkilerin Batıya ait felsefi metinleri veya şahısları okuma biçimleri üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.
Okudukları şahıslar ne diyor, bizimkiler neler anlıyor?
Bizimkilerin batı felsefesini neredeyse retorikten ve mitolojiden arınmış bir nesnellik seviyesinde algılıyor olduğu çok açık. Neden böyle yapıyorlar?
Çünkü putlara ihtiyaç duyuyorlar.
Çünkü Allah’a şu veya bu duygusal nedenlerle, sosyal veya sosyetik etkilerle mesafe koymalarının ardından
oluşan boşluğu yine Allah’a inanır gibi inanç-dışı olduğunu vehmettikleri bilimsel veya felsefi inançlarla doldurmaya başlıyorlar.
’ın dediği gibi bu hal aslında bir “
” halini olabildiğince güçlü bir biçimde temsi ediyor. İnsanı kendi varlığına, yaratılmışlığı gerçeğine, bir yaratıcısı olduğu hakikatine ve bu yaratıcıdan başka kendi varlığı hakkında gerçek bir bilgi sahibi kılabilecek birinin olamayacağı gerçeğine karşı nisyana sevkeden bir süreç.
“
” kelimesinin “
” kadar “
” boyutunu da içerdiği gerçeğinden hareketle, sadece bugün değil, tarih boyunca insanın en yaygın, alışıldık varoluşunun nisyan ile malul olduğu üzerinden çok önemli bir felsefi kanal açıyor. Bu kanal üzerinden sekülerleşme, din ve siyaset ayırımları, ahlak ve siyaset ayırımları, bilim, medeniyet, felsefe ve daha birçok başka ayırımlar üzerine kendi felsefi düşünce biçimi üzerinden yeni bir açılım getirmeye çalışıyor. Durgun suları, hareketlendirecek, yaprakları kımıldatacak bir düşünce rüzgârı estiriyor adeta (Bkz.
isimli kitabı, Pınar Yayınları).
Kur’an’ın kelimeleri üzerinden, kelimeler arasındaki geçişler üzerinden kurduğu ufuk açıcı ve enteresan onca alakayı hiç görmeden, dinlemeden sadece “retorik” diye geçiştiren müstağnileri utandırması gereken iddialı bir iş.
Üstelik kendisi olabildiğince mütevazi bir öneri olarak sunuyor yaptığı işi. Neyse.
’ı felsefe yapmaya sevk eden şeyi bizzat kendisi her zeminde anlatıyor ve bu yaptığı felsefeyi kesinlikle çağımız Müslümanları açısından çok daha anlamlı hale getiriyor. 1967’de İsrail’in Kudüs’ü işgali üzerine başlıyor bu anlamlı hikâye.
O gün bütün Müslüman dünyanın, onca nüfusuna rağmen Siyonist batı medeniyeti karşısında içinde bulunduğu acz durumu onda bir hınç, bir ibretlik ve bir telafi motivasyonu oluşturuyor.
Filistinlilerin bunu canlarıyla, fiili mücadeleleriyle zaten yaptıklarını düşünerek kendisi de bunu felsefe yolunda yapabileceğini düşünerek yaptığı felsefeye bir tür
misyonu atfediyor. İslam dünyası için bir felsefe nöbetidir yaptığı şey,
zihinlerin Filistin gibi işgal edilmişlik durumuna karşı bu işgale karşı direniş ve bu işgalden kurtuluş için adanmış bir felsefi ribat.
birkaç konferans verdiği Ankara ziyaretinin son gününde,
ABD Kongresinde alkışlarla karşılanmasından çok etkilenmiş. Cumhurbaşkanı ile Perşembe günkü görüşmesinin ardından onun da teklifiyle buna bir karşılık vermesi gerektiğini düşünmüş ve sabaha kadar uyumayıp Cuma günü Külliye’de vereceği
“Mutlak Kötülük ve Sınır boylarında Fikir Nöbeti”
başlıklı konuşma metnini hazırlamış.
Konuşma aslında biraz da kendi felsefi serüveninin merkezine neredeyse Gazze’yi, Filistin’i koyan bir metin
. Kitaplarının çoğunda insanın yeryüzündeki ideal varoluşunun anahtar bir kavramı olarak “
” ahdine Filistinlilerin fazlasıyla karşılık verdiklerini anlatıyor metinde.
Kant’ın “radikal kötülük” ile Hannah Arendt’in sıradan kötülük
kavramları arasında İsrail tarafından bugün sergilenen kötülüğü “mutlak kötülük” olarak kavramsallaştırıyor. Kavramları bilenler biliyor, İsrail’in bugün aşırı kibirli ve insanlığa zarar bir saldırganlıkla, inançla, teoriyle, zevkle temsil ettiği bu kötülük bunlara göre emsalsiz bir kötülük.
Ama daha önemlisi bu mutlak kötülüğe karşı Filistin’in ortaya koyduğu iyilik, sadece kendini savunan ve kendini kurtarmaya çalışan bir iyilik değil, bütün insanlığa iyilikler barındıran, mutlak kemale yaklaşan, misaka dayalı evrensel bir iyiliktir.
“Bütün dünya Gazze’nin yasadığı duruma benzer bir durum yasamaktadır… mutlak kötülük, bütün dünyada da kol gezmektedir. Hatta Gazze’yi esir aldığı gibi bütün dünyayı da esir almıştır. Mutlak kötülüğün avucunda yakın uzak tüm iradeler atıl hâle getirilmektedir. Artık mutlak kötülüğün canavarca yol açtığı yıkım, iradeleri harekete geçirmemekte, aydın, âlim, düşünür demeden akıllar donup kalmaktadır. Dünyanın baştan aşağı yok oluşu hiç kimseyi provoke etmemektedir.”
Bugün
“bir Filistinliye reva görülen eziyet aslında bütün dünyaya reva görülen bir eziyet mesabesindedir.”
“Bu zamanda hiç kimse misakına bağlılığını gerçekleştirme noktasında Filistinli direnişçiye denk olamaz. Misakın gereğini yerine getirmek demek aslında insanlığın gereğini yapmak demektir. İnsanlık ilahi misak vasfı ile bütünleştiği sürece Filistinli direnişçi, mutlak kötülüğe başkaldırmasının bir gereği olarak bütün insanlığı kuşatan iki önemli misyon için seçilmiştir. Bunlardan ilki,
insanlık değerlerinin yenilenmesi,
ikincisi ise
dünyada insanın özgürleştirilmesidir.”
Böylece Taha Abdurrahman hem bugün yaşanmakta olan hadisenin basit ve tekil bir olay olmadığını hem mutlak kötülüğün hem karşısındaki
Gazze direnişinin evrensel yanlarına dikkat çekiyor,
hem de kendi felsefesi ile bu evrensellik arasındaki bağı kurmuş oluyor.
#Taha Abdurrahman
#İslam
#Yasin Aktay