İngilizlerin, Türkiye’ye Osmanlı coğrafyasından -diğer bir söyleyişle İslam dünyasından- nazarî ve pratik olarak kopmayı kuruluş şartı olarak dayatmalarından, son yirmi yılda moral düzeyde kısmen kurtulmuş olsak da, zihniyet düzeyinde henüz kurtulabilmiş değiliz.
Nitekim son günlerde Suriyeli ve Afgan göçmenler üzerinden yapılan tartışmaların asıl sebebi de bu dayatmadır ve mevcut göçmen düşmanlığında üniter ulus-devlet rejimini sistemleştiren partinin, yani CHP’nin başı çekiyor olması bir tesadüf değildir.
Özellikle İran’ın yeni Fars faşizmiyle Büyük Selçuklu’nun eserlerini ve Mevlânâ örneğindeki gibi Osmanlı’nın kurucu babalarını kendi ulusuna mal etmesiyle, söz konusu dayatma coğrafya içi bir kopuşun da nesnesi haline gelmiştir.
Öyle ki bugün, aynı coğrafya içinde olmaları nedeniyle Merv ile Herat’ı da dahil ederek söyleyecek olursak Tebriz’i, İsfahan’ı, Şiraz’ı, Hemedan’ı ziyaret ederken bir Fars şehrini ziyaret ettiğimizi düşünüyor, bu beldeleri Büyük Selçuklu’nun medine haline getirerek Türk-İslam medeniyetine dahil ettiğini hatırlamıyoruz.
Mezkur coğrafî kopuşun tek başına perdelediği şu hakikat ise yaklaşık yüz yıldır boynu bükük olarak görülmeyi ve yeniden keşfedilmeyi bekliyor:
a)Bu mekanlar ve daha fazlası Türk-İslam tarihine doğrudan dahildir. b)Türkler için Rum diyarından Anadolu’yu yurt kılan derviş, fakih ve gazilerin içinden süzülüp geldikleri İslam ilimlerini şekillendiren tevhit akidesiyle, i‘lâ-yi kelimetullah gayesinin tümlediği Türk-İslam ruhunu meskun ve muharrik hâle getiren de bu mekanlardır.
Tarih ilmi mezkur keşfin ilk ayağıdır. İlm-i tevhid veya İslam metafiziği olarak tasavvufun sahih düzeyde yeniden yorumlanması da tarihe tabidir. Zira, vahyin dışındaki her bilgi zamansaldır ve zamansallık kesintisiz bir akışla akıp giden zamanın bir formudur.
Buna göre örneğin, vahiy zemininde teşekkül eden tasavvufun Türk-İslam aklında yeni bir yoruma uğraması, zamansal bir hakikattir. Zira davet, cihat, fetih ve gaza fiilleri öncesinde ve sonrasında mekanı İslam’a açmak, Müslüman olarak temellük etmek, iskana yönelmek ve ekonomik -en geniş anlamıyla milli planda- imar etmek tarihe bitişiktir. Tarihi planda bunlara mahsus zorunlulukları zamansallık esasında bilmez ve değerlendirmezsek, önce zihinsel bir donmuşluğu ve giderek bu donmuşluğu da unutmayı hak ederiz ki, bu unutmayı, İngiltere ile ilgili yukarıdaki vurgumuzla birlikte düşündüğümüzde, sistemli dış etkiye tabi olarak kendi tarihine yabancılaşmanın, hatta kendi tarihinin münkiri olmanın eşiği haline getiririz.
Bu noktada okurlarımı, tarihî planda mezkur zamansallık bağlamında, yukarıda zikrettiğim hususlarda nasıl bir unutmaya / unutturulmaya maruz kaldığımızı derli toplu olarak görebilecekleri bir çalışmaya yönlendirmek istiyorum:
Haşim Şahin imzalı Dervişler, Fakihler ve Gaziler – Erken Osmanlı Döneminde Dinî Zümreler (1300-1400). (Yapı Kredi Yayınları, İst., 2020)
Şahin, yazı başlığım olan “Selçuklular’a ne kadar yakınız?” sorusunun cevabını da ihata edecek şekilde, çalışmanın mahiyetini, Önsöz’ünde şöyle belirliyor:
“Osmanlı sufîliği İslamiyet sonrası Türk tasavvufi hayatının bir devamı niteliğindedir. Bu nedenle elinizdeki çalışmanın giriş bölümünde Türklerin İslam dinini kabul ettikleri dönemden itibaren, sufîlerin Türk devletleri içerisindeki faaliyetlerine, Türk hakimiyet sahasında oluşan sufî ekollere, Türk sufîliğini etkileyen önemli mutasavvıflara, Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve beylikler döneminde merkezî iktidar-sufî çevre ilişkilerine kısaca değinilmiştir. Çalışmaya böyle bir bölümün konulmasındaki temel gaye, Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu dönemde etkili olan Türkmen gruplarının muhtemel göç güzergahındaki coğrafyanın dinî hareketliliğine, sufi yaşantısına, erken yüzyıllardan itibaren bu güzergâhta faaliyet gösteren mutasavvıfların ve sufî ekollerin varlığına dikkat çekmektir. Zira Osmanlılar İslam diniyle ilk defa Şeyh Edebalı’nın zaviyesinde tanışmamışlardı ve Osman Gazi’nin duvardaki Kur’an’ı görüp ‘bu nedir?’ diye soracağı kadar (sorduğu üzere, ÖL.) İslam’a yabancı değillerdi.”
Çalışmasını, Tarihsel Arkaplan: Osmanlı Öncesi Dönemde Dinî Zümrelere Genel Bakış adlı giriş bölümünden sonra, Osmanlı Beyliği’nin Kuruluş Yıllarında Dinî Zümreler; Sultanlar, Dervişler, Fakihler ve Gaziler; Dinî Zümrelerin İşlevleri ve Faaliyet Gösterdikleri Kurumlar adlı üç ana başlık altında inceleyen Şahin, eserini Sonuç; Bibliyografya ve bir ek ile tamamlamış.
Kitabı elimden bırakmadım, nasipse devam edeceğim.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.