‘Ruh rüzgârdan incedir’

04:0025/10/2022, Salı
G: 25/10/2022, Salı
Ömer Lekesiz

Yeni Şafak·Ömer Lekesiz - ‘Ruh rüzgârdan incedir’Yazı başlığımİbnü’l-Arabî’ye aittir. Hazret kendisinden başka hiçbir şeyle tanımlanamayacak olanı, en azından aklen tanınabilir hâle getirmek için bu benzetmeye başvurmuştur.Çünkü, “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir (emrindedir). Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85) mealindeki ilâhî beyan açıktır. Ruhun keyfiyeti hakkında soru sorulmamasının istenmesiyle varlığı teyit edilmiş, manası ise müphemliğinin teslimine havale edilmiştir.İmam Kurtubîde

Yazı başlığım
İbnü’l-Arabî
’ye aittir. Hazret kendisinden başka hiçbir şeyle tanımlanamayacak olanı, en azından aklen tanınabilir hâle getirmek için bu benzetmeye başvurmuştur.
Çünkü, “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir (emrindedir). Size pek az ilim verilmiştir.” (İsra, 17/85) mealindeki ilâhî beyan açıktır. Ruhun keyfiyeti hakkında soru sorulmamasının istenmesiyle varlığı teyit edilmiş, manası ise müphemliğinin teslimine havale edilmiştir.
İmam Kurtubî
de bunu “Aklın, kendisinin yanı başında bulunan yaratığı bilip idrak etmekten daha bir aciz oluşuna” delil saymıştır.

Daha önce hevâ ve hevesi ruhun tezahürü olarak nitelemiş ve bunların kalp, akıl ve nefs üzerinde bir etkisinin bulunduğunu söylemiştik.

Buna göre müphem olanın (ruh’un) tezahürlerinin varlıkları itibariyle kesin ama aynı zamanda müphem olmaları da tabiîdir. Nitekim Sâd suresinin 26. Ayetinde geçen hevâ kelimesi,
Kur’an Yolu Meal
ve Tefsir
’inde
nefsin istekleri
şeklinde anlamlandırılırken, sair Kur’an meallerinde ise hevâ ve heves, heves ve duygu, geçici heves, nefsî arzu, duygusal davranma, keyf, istek ve tutku… gibi kelime ve tamlamalarla açıklanarak bunlarla sadece müphemliği pekiştirilmiştir.

Bu nedenle İbnü’l-Arabî’nin zikrettiğimiz sözünden hareketle hevâ ve hevesi de ancak bildiğimiz ya da çok açık olarak tesirinde kaldığımız kimi hâllere, şeylere benzeterek anlatmaya çalışabiliriz. Örneğin gündelik hayatımızda kuru, faydasız, boş, değersiz olarak nitelenen hevâ ve heves’i, ilgili ayetlerde ve Resûlullah’ın (s.a.s) “Hevâ ve hevesin saptırdığı kul ne kötü kuldur.” mealindeki hadisinde (Tirmizî) yüklendiği olumsuz manalarla benimseriz.

“Benimseriz” diyorum çünkü şârî’nin tanımı en doğru ve en son tanımdır.
İbrahim Hakkı Bursev
i’nin hevâyı
şehvetin nefse galebesi
olarak açıklaması da bundan olsa gerektir.
Hasîrîzâde Elif Efendi
’nin Kur’an Lügati’nde hevâyı “Nefsin sevdiği ve meyl ve arzu ve iştiha ettiği şeydir” diyerek sıfatı yönünden (birçok ahlak kitabında olduğu gibi) nefs-i emmare’yle ve havaya çıkmak/uçmak deyimleriyle ilişkilendirmesi ve ondan çok önce
Mukâtil b. Süleyman
’ın Kur’an Terimleri Sözlüğü’nde ona nezele/inmek, iki şey arasında durmak, rüzgar tarafından sürüklenmek/savrulmak anlamlarını yüklemesi, şârî’ tarafından verilen mezkur bilgiden iman esasında asla sapmamak kaydıyla, konumuz yani sanat bakımından bize yorumda genişliğin makul olacağını göstermektedir.
Ayrıca, kendi tefekkür usulünde
ilim, hal ve amel
üçlüsünü önceleyen, ancak bunları incelediği fenomenlerin mahiyet ve manalarına göre farklı farklı işleyen
İmam Gazzalî
ile, önceki yazımızda naklettiğimiz ilgili görüşlerinde hevâyı iradeye bağlayan İbü’l-Arabî’nin tutumları da bizi yine sanat bağlamında hevâ ve hevesi daha geniş bir çerçevede değerlendirmeye sevk etmektedir.

Çünkü daha önce de beyan ettiğimiz gibi sanatın madeni hâller; zuhur zemini merak, hevâ ve hevestir. Hâllerin zemini ve zarfı ise kalptir. Eğer sanattan hevâ ve hevesi çekersek geriye sadece vaaz, nasihat ve mesaj kalır ki, bunların sanatla ilişkileri çok dolaylıdır.

Buradan baktığımızda, hevânınkiyle aynı veya çok yakın anlamların yüklendiği
hevesi
, aynı zamanda hep hevâdan sonra, onun bir tamlamasıymış ya açılımıymış gibi söylenmesi nedeniyle hevânın hareketi olarak nitelememiz makuldür.
Bu itibarla, tıpkı
Heidegger
’in sanatı
hakikatin işe koyulması
olarak yorumlamasındaki gibi, biz de hevesi hevânın işe koyulması; kalp, akıl ve nefisteki etkisinin
gerçekleşmeye durması
şeklinde yorumlayabiliriz.
Böylece ahlak yönünden Fıkh’ın olumsuzladığı hevâ ve heves, sanatçının şeriatta musır olması şartıyla hak ettiği
ilm
in ve doğru ilişkilendirildiği
hâl
in içinden geçerek sanat
amel
inin dinamiği hâline gelir ki, bu da bizim konumuzun muâmele ilminden mükâşefe ilmine taşınmasını gerektirir.

Bunu şiir üzerinden örneklendirelim ama önce şu açıklamayı yapma ihtiyacındayım:

Büyüklerimiz, bir yazarın kendi zamanından birkaç kişiyi kendisi için had olarak seçmesini, daha açık söyleyişle görüşleri karşısında ceketinin düğmelerini edeple ilikleyeceği birkaç kişiyi belirlemesini tavsiye ederler.

Ben de bu yazılarımda
Hayrettin Karaman
,
Mustafa Tahralı
ve
Hüseyin Kutlu
hocalarımızın görüşlerini kendime had olarak seçmeye çalışıyorum. Çünkü işlemeye çalıştığımız konu, İbnü’l-Arabî’nin kelimeleriyle
nice başların uçurulduğu, ayakların kaydırıldığı
bir konudur.
Ama değil mi ki,
medeniyet iddiamıza
, modern sanatın geldiği noktada kendi sanatımız cihetinden yeni bir hevâ ve hevesin kazandırılması mecburiyetiyle de yüz yüzeyiz.
#İbnü’l-Arabî
#İmam Kurtubî
#İmam Gazzalî
#Heidegger
#Hayrettin Karaman